Altıncı Bölüm: BİR İNSAN VE BİR PEYGAMBER OLARAK HZ. MUHAMMED (A.S.)
6.1. RASÛLULLAH (A.S.)’A BAĞLILIK VE İTAAT
6.1.1. İslâmiyetin Canlı Örneği
6.1.3. Nefsin Kötülüklerinden Arınmış
6.1.4. Her Zaman ve Her Yerde Örnek Hayat
6.1.5. Allah’ın Tâyin Ettiği Önder ve Hükümdar
6.1.6. Peygamber (a.s.)’e Bir Hükümdar Olması İtibariyle İtaat Etmek
6.1.8. Hz. Peygamber (a.s.)’in Hâkimiyetinin Kendine Mahsus Özelliği
6.1.10. Dinî ve Medenî Mevzular Arasındaki Ayırım Yanlıştır
6.2. HZ. PEYGAMBER (A.S.)’E İTAAT VE İSLÂMDA FİKİR HÜRRİYETİ KAVRAMI
6.2.2. İnsanların İnsanlar Üzerindeki Hakimiyeti
6.2.3. Peygambere İtaat Ne Demektir?
6.2.5. Peygamber (a.s.)’e Peygamber Olması Bakımından itaat
6.2.6. Hz. Peygamber (a.s.)’in Vazifesinin Başlıca İki Hedefi Vardı
6.2.7. Fikir Hürriyeti Kavramını Yerleştirme Çabaları
6.2.8. Hz. Zeyd bin Harise Olayının Ardındaki Gerçekler
6.2.9. Hz. Peygamber’in Öğrettiği Fikir Hürriyeti
6.2.10. Dört Halife’den Sonra Fikir Hürriyeti Kavramı
6.2.11. İmam ve Fakihlerin Fikir Hürriyetine Yaklaşımı
6.2.12. İslâm’da Fikir Hürriyeti Kavramının Ortadan Kalktığı Dönem
6.3. PEYGAMBERLİK VE FONKSİYONU
6.3.5. Çocukluktan İtibaren Peygamberlerin Terbiyesi İçin Alınan Özel Tedbirler
6.3.6. Olağanüstü Yetenek ve Güçler
6.3.7. Allah’ın Müşahedesi ve Himayesi
6.3.9. Peygamber Mükemmel Bir İnsandır
6.3.10. Konumuzla İlgili Bazı Ayetler
6.3.11. Peygambere Mutlak İtaat İçin Verilen Emir
6.3.12. Peygambere İtaat, Alelâde Bir İnsana İtaat Değildir
6.3.13. Peygamberin Hidâyeti İçin Gönderilen Vahyin Türleri
6.3.14. Hz. Peygamber (a.s.)’e Gelen Benzeri Vahiyler
6.3.15. Yukarıdaki Ayetlerden Çıkan Sonuçlar
6.3.16. Hz. Peygamber (a.s.)’in Bütün Hayatı “Güzel Bir Örnek”dir
6.3.17. Peygamber, Her Zaman Peygamberdir
6.3.18. Peygamber İle Peygamber Olmayanın Hâkimiyeti Arasındaki Fark
6.4. PEYGAMBER’İN ŞAHSÎ VE DİNÎ HÜVİYETİ
6.4.3. Asr-ı Saadet’ten Sonra Peygamberin Peygamberlik Yönünün Öğrenilmesi
6.5. PEYGAMBERLİK MAKAMI VE KUR’AN’IN HÜKÜMLERİ
6.5.1. Peygamber’in Dört Çalışma Alanı
6.5.3. Dinî Lider ve Taklide Lâyık Örnek Olarak Peygamber (a.s.)
6.5.4. Kanunların Uygulayıcısı Olarak Peygamber (a.s.)
6.5.5. Bir Hakim Olarak Peygamber (a.s.)
6.5.4. Kanunların Uygulayıcısı Olarak Peygamber (a.s.)
6.5.5. Bir Hakim Olarak Peygamber (a.s.)
6.5.6. Bir Hükümdar Olarak Hz. Peygamber (a.s.)
6.5.7. Asr-ı Saadet’te Adlî Sistem
6.5.8. İslâm Düzeninin Anayasal Temelleri ve Bunda Peygamber (a.s.)’in Yeri
6.6. HZ. PEYGAMBER’E KUR’AN’IN DIŞINDA İNEN VAHİYLER
6.6.2. Mekke’nin Fethiyle İlgili Müjde
6.6.4. Hz. Zeyneb’i Nikahlaması
6.6.6 Bedir Savaşından Önceki Bir Vaad
6.6.7. Müslümanların Yalvarışına Cevap
Altıncı Bölüm: BİR İNSAN VE BİR
PEYGAMBER OLARAK HZ. MUHAMMED (A.S.)
6.1. RASÛLULLAH (A.S.)’A BAĞLILIK VE
İTAAT
İslâmiyeti kabul etmiş ve müslüman topluluğa girmiş olanlar için
Hazreti Peygamber efendimiz (a.s.)’in durumu sadece bir elçi veya haberci gibi
değildir. Aksine, Rasûlullah onlar için hem hoca hem velidir. Rasûlullah (a.s.)
hem İslâm şeriatı ve hayat tarzının canlı misali, hem de kendisine her devirde
itirazsız sadakat gösterilmesi ve itaat edilmesi gereken hâkim ve önderdir.
6.1.1.
İslâmiyetin Canlı Örneği
Muallim, hoca veya öğretmen olarak Rasûlullah (a.s.)’in görevi,
Allah’ın kelâmı, emirleri, talimatı ve kanunlarını kullara anlatmak,
ulaştırmak ve açıklamak olmuştur. Bir velî ve terbiyeci olarak vazifesi, Kur’ân-ı
Kerim’in talimatı ve Allah’ın kanunlarına göre müslümanları yetiştirmek, eğilmek
ve yaşantılarını değiştirmek olmuştur, İslâm dininin bir örneği olarak da Hz.
Peygamber (a.s.)’in amacı ve hedefi, Kitabullah’a göre muteber ve makbul olan
hayatın bir simgesi, canlı bir misali haline gelmek olmuştur. Hz. Muhammed bu
hüviyetiyle, söylediği her söz ve yaptığı her hareket bakımından İslâmiyeti!)
canlı bir timsalidir. O’na bakan herkes, Kitabullah’a göre nasıl konuşulması,
nasıl hareket edilmesi ve nasıl bir hayat sürülmesi gerektiğini hemen anlamak
durumundadır. Bunun yanı sıra, Rasûlullah (a.s.) müslümanların hâkimi, önderi ve
lideridir de. Bu öyle bir liderdir ki, kendisine tanı itaat edilmeli ve emirleri
hiç itiraz edilmeden, derhal ve eksiksiz yerine getirilmelidir. O’na inanmak ve
O’nun emirlerine uymak, Kur’ân-ı Kerim’in ayet ve hükümlerine inanmak ve uymak
demektir. Bu, bildiğimiz sıradan emir ve önderlerden değildir ki, yaşadığı veya
iktidarda kaldığı sürece ona itaat edilsin. Aksine, kıyamete kadar
müslümanların önderi, serdârı ve lideri olarak kalacak ve emirleri her zaman ve
her şart altında geçerli olacaktır.
“İnne aleyke ille’l-belâğ” ayetine bakarak, peygamberin sadece
bir elçi ve haberci olduğunu ileri sürenler mühim bir noktayı unutuyorlar. Bir
peygamberin tebliğ edici veya telkin edici hüviyeti, ancak onun dinine
insanların girmesine kadar sürer. Yeni dine girip bir ümmet oluşturduktan sonra
iman edenler için peygamber kimliği, tebliğ ve telkin edicilikten çıkar, bir
lider, hâkim, bir hükümdar, bir hukukçu, bir kadı, bir hoca, bir veli ve bir
kumandan haline gelir. Artık ümmetinin O’na sadakatini bildirmesi, O’na itaat
etmesi şarttır.
Bazı kimseler, bir insan olarak Muhammed bin Abdullah (a.s.)
ile, bir vaiz ve peygamber olarak Muhammed Rasûlullah (a.s.) arasında ayırım
yapmaya çalışmışlardır. Ancak Kur’ân-ı Kerim böyle bir ayırım yapmıyor. Kur’ân-ı
Kerim, Hz. Muhammed (a.s.)’in sadece bir tek kimliğini bildirmektedir. O da,
rasûl veya peygamber oluşudur. Cenabı Allah’ın, kendisini peygamberlik
mertebesine çıkarmasından başlayarak verdiği son nefesine kadar, Hz. Muhammed
(a.s.) her ân Allah’ın Rasûlü sayılmıştır. Her sözü ve fiili Allah’ın peygamberi
olarak yapılmıştır. Fakat, Peygamber Efendimiz (a.s.) bir peygamber olmasının
yanı sıra aynı zamanda bir vaiz, muallim, hoca veli, eğitimci, kadı, hâkim,
İmam, emir ve hükümdardı. Hatta, özel, ailevî ve vatandaşlık hayatını da aynı
hüviyetiyle sürdürdü. Bütün bu kimliklere bürünmesine rağmen, mübarek hayatı,
mükemmel bir insan ve dindar bir mü’min olarak öylesine temiz öylesine nezih idi
ki, O’nu taklit etmek, Allah’ın rızası ve ahiretle şefaat ve selâmetin
vazgeçilmez bir kuralı olarak ortaya çıktı. Nitekim, Ahzab sûresinin 21.
ayetinde şöyle buyurulmuştur: “Sizin için Allah’ın Rasûlünde güzel bir örnek
vardır. Bu haslet, Allah’ın rızasını ve ahiret sevabını ümid edip, Allah’ı
zikredenlere mahsustur”. Hazreti Peygamber efendimiz (a.s.)’in peygamberlik,
insanlık ve devlet başkanlığı hüviyetlerinde ayırım yapıldığını gösteren en ufak
bir işaret ve kaydı Kur’ân-ı Hakim’de görmek mümkün değildir. Zaten, ayırım
yapılmaya, fark gözetmeye ihtiyaç da yoklu. Zira, Hz. Muhammed (a.s.) Allah’ın
şeriatına göre harekat etmek, bu şeriatın gerçek bir temsilcisi olmakla
mükellefti ve dolayısıyla Allah’ın emrine aykırı herhangi bir söz söyleyemez,
herhangi bir hareketle bulunamazdı.
6.1.3. Nefsin
Kötülüklerinden Arınmış
Aynı noktaya, Necm sûresinin ilk ayetlerinde de temas
edilmiştir. Meselâ 2. ayette şöyle deniliyor: “Sahibiniz (Hz. Peygamber) ne
dalâlete düştü ve ne de azdı.” Üçüncü ayette, “O, (Hz. Muhammed), hevasından
söylemez” deniliyor. Dördüncü ayette de, “O, kendisine (Allah tarafından) vahiy
olunan bir vahiydir” ve bundan sonraki ayette de, “O’na, O’nu en güçlü olan
öğretti” deniliyor. Bazı kimseler bu ayetlerde sadece Kur’ân-ı Kerim’in
vahiylerden ibaret olduğunun anlatıldığını söylüyorlar. Çünkü bilindiği gibi,
kâfirler Kur’an-ı Kerim’in vahiy olmadığını iddia ediyorlardı. Ama bence burada
Kur’ân-ı Kerim’e en ufak bir işaret yoktur. Dördüncü ayette kullanılan “huve”
zamiri, açıkça Rasûlullah’ın nutkuna işarettir ki, bundan üçüncü ayette
bahsedilmiştir. Bu ayetlerde, Rasûlullah’ın nutkunun, Kur’an’a mahsus olduğunu
gösteren herhangi bir şeye rastlanmıyor. Yani burada denilmek isleniyor ki,
işbu ayete göre, Resul’ün nutku veya konuşması olma mahiyetindeki her söz vahiy
olacak ve nefsin hevasından arınmış olacaktır. Kur’ân-ı Kerim’de bu noktanın
önemle belirtilmesinin amacı, Hz. Peygamber (a.s.)’in gönderildiği insanları,
kendisinin masum olduğu ve dalâlete düşmediği konusunda ikna etmekti. Böylece
Mekkeliler, Araplar ve diğer milletlerden olanlar, Hz. Muhammed (a.s.)’in,
nefsin hevasından arınmış, tertemiz bir şahsiyete sahip olup, yaptığı her işin
Allah’ın emrine uygun olduğunu anlayabilirlerdi. Zâten, bir peygamberin bir tek
sözcük veya hareketinin, nefsinin isteklerine bağlı olduğu anlaşıldığı takdirde
İnsanlar o peygambere itibar ve itimat etmezler. Kâfirlerin asıl bocaladığı
mesele buydu. Onlar Hz. Peygamber (a.s.)’in söz ve hareketlerinin Allah’tan
değil, hâşâ kendi kişiliği içindeki aksaklıktan doğduğunu sanıyorlardı. Onlara
göre Hz. Peygamber (a.s.) ya aklî dengesini kaybetmişti ya da bir kişi O’na
bazı şeyler öğretmiş olmalıydı. Yüce Allah işte bu ayetleri indirmek suretiyle
bu tür tereddüt ve şüpheleri tek kalemle ortadan kaldırmış oldu. Allah Teâlâ, Hz.
Muhammed (a.s.)’in dalâlete de, kötü yola da düşmediğini, hiçbir sözünü
nefsinin hevasından söylemediğini, ağzından çıkan her sözün hak olduğunu ve
Hak’tan geldiğini, kendisine ne herhangi bir kişinin ne de şeytanın bir şey
öğrettiğini, aksine en kuvvetli olan, Rabbi’nin O’na her türlü bilgiyi verdiğini
açıkça ifade etmiştir. Aynı şeyi Hz. Nebiyi Kerim (a.s.) de kendi mübarek
ağzıyla şöyle söylemiştir: “Elinde canım olan Zât’a yemin ederim ki, bundan
(dilimden) çıkan her şey Hak’tır.”
6.1.4. Her Zaman
ve Her Yerde Örnek Hayat
Maalesef, bazı kimseler, Hazreti Muhammed (a.s.)’in yaşantısının
her ânının örnek alınması gerekmediğini, bilhassa, özel yaşantısına
karışılmaması gerektiğini söylerler. Bu şahıslara göre, Hz. Peygamber’in,
evinde, ailesi içinde ve bazen dışarıda özel sohbetlerde söylediği sözlerin
vahiy olmadığını, bunun için ne kendisinin herhangi bir iddiada bulunduğunu, ne
de kâfirlerin bunu tartışma konusu yaptıklarını belirtirler. Ben diyorum ki,
Rasûlullah (a.s.) ne zaman ve ne durumda ne söylemiş veya ne yapmışsa bir
peygamber olarak yapmıştır. Yaptığı her iş ve altığı her adım, dalalet, kötülük
ve sapıklıktan uzaktı. Bütün söz ve fiilleri, Cenabı Allah’ın çizdiği çizgi
üzerinde olmuş, O’nun gösterdiği sınırlar içinde kalmıştır. Dolayısıyla, bütün
İnsanlar Hz. Peygamber (a.s.)’in hayatının her ânını kendilerine örnek
almalıdırlar. Hz. Peygamber (a.s.)’in hayatı, canlı bir Kur’ân-ı Kerim ve İlahi
Nizamnamedir. Neyin caiz, helâl, mübah, geçerli, yararlı ve neyin mekrûh,
haram, geçersiz ve zararlı olduğunu Peygamber Efendimiz’in mübarek hayalından
anlayabiliriz. Nelerin Allah’ı hoşnut edebileceğini, nelerin O’nun gazabını
gerektirdiğini, hangi konularda içtihâd edebileceğimizi, hangi meselelerde
Rabbimize itaat edeceğimizi ve ne gibi meseleleri birbirimize danışmak
suretiyle halledebileceğimizi ve dinimizde özgürlüğün yerinin ne olduğunu,
kısacası her şeyi, Hz. Muhammed (a.s.)’in örnek hayalından öğrenebiliriz.
6.1.5. Allah’ın
Tâyin Ettiği Önder ve Hükümdar
Rasûlullah (a.s.) kendi kendini lider ilân etmemişti. O’nu
İnsanlar da hâkim seçmemişti. O, Allah’ın seçtiği ve tayin ettiği bir lider ve
hâkimdi, iktidarı ve hakimiyeti, O’nun peygamberliğinden ayrı bir şey değildi.
Aslına bakılırsa kendisi zâten Allah’ın Rasûlü olmak itibariyle lider ve
hükümdardı. Şüphesiz kendisine, insanlara danışma fikirlerini alma öğüdü
verilmişti. Ama bu istişare, ümmetine bir örnek vermek amacıyla gerekli
görülmüştü. Maksat, Hz. Muhammed (a.s.)’in kendi görüş ve davranışlarıyla
İslâmiyet’in allın kurallarını ümmetine gösterme imkânını oluşturmaktı. Bu
itibarla, Hz. Muhammed (a.s.)’in sıradan lider veya hükümdarlardan biri olduğu
sonucu çıkarılmamalıdır. Çünkü başka emîr ve hâkimlere “birbirine danışma” emri
verilmiştir. (Bk. Şûra Sûresi, ayet: 39). Ayrıca istişare konusunda herhangi bir
ihtilaf söz konusu olunca Hz. Peygamber (a.s.)’e müracaat edilmesi tavsiye
edilmiştir (Nisa Sûresi: 59). Fakat Hz. Peygamber (a.s.)’e insanlara danışma
öğüdü verilmesine rağmen bir şeye azmettiği zaman, Allah’a tam güvenerek
harekete geçmesi de tavsiye edilmiştir. (Bk. Al-i İmran: 59). Bundan
anlaşılacağı gibi, Hz. Peygamber (a.s.) için aslında herhangi bir istişareye
gerek yoktu, ama kendisi bunu yapmıştır; zira insanlara İslâmî hükümetin
örneğini vermek istemiştir.
6.1.6. Peygamber
(a.s.)’e Bir Hükümdar Olması İtibariyle İtaat Etmek
Bir lider ve hâkim olması itibariyle Hazreti Peygamber (a.s.)’e
itaat etmenin yalnızca yaşadığı devre kadar sınırlı olduğunu düşünmek
yanlıştır. Bu hususta ileri sürülen ayetten aslında böyle bir mânâ çıkmıyor.
Enfâl sûresinin 20. ayetinde yer alan “ve entüm tesme’ûn” sözlerinden, bazı
kimseler, Hazreti Peygamber (a.s.)’e itaatin sadece O’nu kendi kulaklarıyla
dinlemiş olanlara vacip olduğunu iddia ederler. Fakat, Enfâl sûresinin daha ilk
ayetinde şu sözlere rastlıyoruz: “Ve eğer mü’minlerden iseniz Allah’a ve
Rasûlüne itaat edin”. Ayet 5’te ise Rasûlullah (a.s.)’ın cihâda daveti üzerine
canları sıkılanlar azarlanıyor. 13. ayette de şöyle buyurulmuştur: Allah ve
Rasûlüne karşı gelenlere, Allah’ın cezası cidden pek çetindir”. 20. ayette şu
sözlere rastlıyoruz: “Ey mü’minler, Allah ve Rasûlüne, itaat edin. Kur’ân’ı
dinleyip dururken ondan yüz çevirmeyin.” Gördüğünüz gibi bu ayette ve yukarıdaki
ayetlerde Rasûlullah (a.s.)’a itaat edilmesi için defalarca emir verilmiştir.
Bunun amacı, Allah’ın peygamberine itaat etmenin, Cenabı Allah’a itaat etmek
demek olduğunu müslümanlara iyice anlatmaktır. Ayrıca, her yerde “rasûl”
kelimesi kullanılmış, emir veya hükümdar kelimesi kullanılmamıştır. Bunun
dışında, burada, rasûl veya peygamberin liderlik ve hükümdarlık hüviyetinin,
peygamberlik sıfatından ayrı olduğunu gösteren en küçük bir işaret de yoktur.
Daha sonra, kullar, peygamberin emirlerine karşı gelmekten men edilmiştir.
Peygamber (a.s.)’e karşı gelmenin büyük bir günah olduğu ve cezasının çok ağır
olduğu anlatılmıştır. Bu bakımdan, “ve entüm tesme’ûn” deyiminin, Allah’ın
emirlerini duyduktan sonra Rasûlullah (a.s.)’a itaatsizlik etmemeleri anlamında
kullanıldığı akıl ve mantığa da yakındır. Yani, Hz. Peygamber (a.s.)’e sadece
yaşadığı çağda değil, ondan sonra da ve kıyamete kadar, Kur’ân-ı Kerim’i
dinledikçe itaat etmek gerekiyor.
“Diğer lider ve hâkimler gibi, Hazreti Peygamber (a.s.)’in
iktidarı ve hükümdarlığı da geçiciydi. O kendi çağının şartlarına göre lider ve
hâkim sayılabilirdi. Ama bugün, devlet ve siyasetle O’nun kullandığı metod ve
yaptığı icraata uyulamaz. Bugün şartlar çok değişiktir ve Bedir ile Uhud
savaşlarında kılıç ve kalkanlarla yapılan muharebe artık tarihe karışmıştır”.
Bu gibi iddialar sık sık ortaya atılıyor. Bu saçma bir iddiadır ve biz bunun
sadece son satırlarını ele almak istiyoruz. Şüphesiz, Hz. Peygamber (a.s.)’in
zamanında kullanılan silâh, araç ve gereç o çağın ürünüydüler. Ama biz burada
zahiri şeylerle uğraşmıyoruz. Bizim ilgilendiğimiz şey, Hz. Muhammed (a.s.)’in
savaş ve barışla ilgili getirdiği altın kurallardır, önemli olan; askeri
bilgisi, orduyu yönetme ve komuta etme kabiliyeti, çarpışmalarda kullandığı
taktik, savaşırken dikkat ettiği ahlâk kuralları esirlere uyguladığı insancıl
muameledir. Hazreti Muhammed (a.s.)’in hazırladığı ve uyguladığı savaş yasaları
sadece kendi dönemi için değil, bütün çağlar için geçerlidir. Kanun ve şeriat
açısından önemli olan; Hz. Peygamber (a.s.)’in kılıç, kalkan, top veya tüfek
kullandığı değil, bu kılıç, top ve tüfekleri nasıl ve hangi amaçlar için
kullandığıdır. Hazreti Peygamber (a.s.)’in mübarek gazve(savaş)lerinde bu konuda
koyduğu kurallar ve gösterdiği örnekler, İslâm’da savaş ve barış yasalarını
vücuda getirmişlerdir, İslam’da Cihad’ın ne olduğunu biz Rasûlullah’tan
öğrenmişizdir ve Server-i Alem (Cihan Önderi) manevî bakımdan kıyamete kadar
bütün İslâm ordularının Başkomutanı’dır.
6.1.8. Hz.
Peygamber (a.s.)’in Hâkimiyetinin Kendine Mahsus Özelliği
Yazarlarımızdan biri, bir peygamber ile bir hâkim arasında fark
olduğunu belirtmiş, müslümanların kendi hâkim ve hükümdarlarıyla ihtilâfa düşme
hakkına sahip olduklarını, ama peygamberlerine karşı çıkma hakkına sahip
olmadıklarını savunmuştur. Şimdi ben kendisine sormak istiyorum, eğer sizce Hz.
Muhammed Mustafa (a.s.) diğer emir ve hükümdarlar gibi bir hâkim ise, O’nunla
ihtilafa düşme hakkına sahip misiniz? Hz. Muhammed (a.s.)’in peygamberlik
hüviyetini, O’nun devlet ve siyaset adamlığından ayrı sayan bu zât’a sorabilir
miyim; herhangi bir müslüman O’nun söz ve davranışlarına karşı gelebilir mi?
Unutulmamalıdır ki, Hz. Muhammed öyle bir hâkim ve liderdi ki, O’nunla
konuşurken sadece sesini yükseltenlerin bile, bütün amellerinin ve iyi
işlerinin hiçe sayılacağı belirtilmişti (Hucurat, ayet: 2). bu öyle bir liderdi
ki, O’nunla kavga edenin cehennem ateşine atılacağı ikâzı yapılmıştı (Nisâ,
ayet: 115). Eğer kendisiyle ihtilâfa düşemez, O’na karşı çıkamazsak, O’nu başka
hâkim ve hükümdarlarla nasıl bir tutabiliriz?
Bizden bazıları var ki, Rasûlullah (a.s.)’a itaat ile ilgili
ilâhi emir ve talimatın, Hz. Peygamber (a.s.)’in hâkim ve hükümdar sıfatıyla
ilgili olduğunu ileri sürerler. Meselâ, şu satırlara bakalım:
“Kur’ân-ı Kerim’de nerelerde Allah ve Rasûl kelimeleri geçmişse,
bunlardan Allah ve Resûlünün hükümdarlık sıfat ve yetkileri anlaşılmalıdır. Bu
hükümdarlık ve hükümetin anayasası Kitabullah’tır ve bunu uygulayan Rasûlullah
ve halefleridir. Meselâ, “yes’elûneke anil enfâli kul-il-enfâlü li-llâhi ve-rrasûli”
ayeti bunun bir örneğidir. Ganimet malıyla ilgili emir, Hz. Peygamber’in
dönemine kadar sınırlı olmayıp, Halifeler tarafından da yerine getirilmiştir.
Yani son karar ve Selahiyet mercii, Allah ve Rasûlü’nün hâkimiyeti ve
saltanatıdır. Bu bakımdan, Rasûlullah’ın hâkim ve hükümdar hüviyeti, halifeleri
için de geçerlidir.”
Bu tamamıyla yanlış bir fikirdir. Kur’an-ı Kerim’de itaatin üç
derecesi açıkça belirlenmiştir. Bunlar: 1) Allah’a itaat, 2) Peygambere itaat,
3) Hâkim veya devletin büyüklerine itaattir. Allah’a itaat ve bağlılık, Kur’ân-ı
Kerim’in emir ve buyruklarına uymak demektir. Peygamber’e itaat, Rasûlullah
(a.s.)’ın söz ve hareketlerini takip etmek demektir. Hâkim ve devlet
büyüklerine sadakat ve itaat da, müslüman tebaa’nın kendi hâkim ve devlet
yöneticilerine itaat etmesi demektir. İtaatin ilk iki derecesi hakkında Kur’ân-ı
Kerim’in bir değil birçok yerinde, Allah ve Rasûlünün emirlerine herhangi bir
itiraz edilmeden uyulmak gerektiği belirtilmiştir. Müslümanlar için Allah ve
Rasûlüne itaat etmekten başka çare yoktur. Bir konuda Allah ve Rasûlü
kararlarını vermişlerse, hiçbir müslüman bu konuda kendi görüşünü ileri süremez,
keyfî hareket edemez. Üçüncü itaat derecesine gelince devlet büyüklerine, ancak
Allah ve Rasûlüne bağlı kalınmak suretiyle itaat edilmesi farz edilmiştir. Yani
bir konuda Allah ve Rasûlü’nün emirleri başka, devlet büyüklerinin emirleri
başkaysa, hiç tereddüt edilmeden ilk zikrolunan emirler tercih edilmelidir.
Herhangi bir şüphe ve ihtilâfta da Allah ve Rasûlünün emirlerine öncelik
tanınmalıdır. Böylesine açık seçik emirler varken, Allah ve Rasûlünün
emirlerini, hâkim ve hükümdarlarınki ile bir tutmanın hiçbir anlamı yoktur.
Ayrıca, yukarıdaki ayet de yanlış şekilde yorumlanmıştır. “Bütün ganimet malları
Allah ve Rasûlüne aittir” demenin maksadı, Allah ve Rasûlünün meydana getirdiği
İslâm topluluğunun eline düşen ganimet mallarının, yine bu topluluğun kalkınma
ve refahı için kullanılması gerektiğini vurgulamaktır. Böylece, Kur’ân-ı
Kerim’de geçen Allah ve Rasûl kelimelerinin, Allah ve Peygamberi’nin hâkimiyeti
ve saltanatı anlamına gelmediği anlaşılmış oluyor.
6.1.10. Dinî ve
Medenî Mevzular Arasındaki Ayırım Yanlıştır
Hazreti Peygamber efendimiz (a.s.)’in dini, medeni ve içtimai
hüviyeti arasında ayırım yapılması için ortada herhangi bir sebep yoktur.
Zâten, Kur’ân-ı Kerim’de ve hadislerde, Allahu Teâlâ’nın veya bizzat
Peygamberimiz’in bu konuları ayrı tuttuğunu gösteren en ufak bir işaret ve
kayıt yoktur. Bu bakımdan, müslümanlar için Hz. Peygamber (a.s.)’in sadece dinî
söz ve hareketlerinin örnek alınmasının lâzım geldiğini, cemiyet ve medeniyetle
ilgili söz, hareket ve koyduğu kurallara itibar edilmemesi gerektiğini ileri
sürenler yanlış yoldadırlar. Bu tür iddialarda bulunanlar, Hz. Muhammed
(a.s.)’in sosyal ve kültürel alanlardaki söz ve fiillerinin sadece kendi
döneminin insanlarını ilgilendirdiğini, çağımızda ise sözlerinin sadece dinî
vecize niteliği taşıyabileceğini ve faaliyetlerinin de nazar-ı dikkate
alınabileceğini söylerler. Fakat bu adamlara açıkça meydan okuyorum, Kur’ân-ı
Kerim’de Hz. Peygamber (a.s.)’in dini, içtimai ve medeni sıfatları arasında
ayırım yapıldığına dair tek bir kelime veya ayet gösteremezler. Halbuki ben
Kur’an-ı Kerim’de şu ayete rastlıyorum:
“Allah ve Rasûlü bir işe hüküm verdiği zaman, mü’min bir erkekle
mü’min bir kadın için, kendi işlerinde muhayyerlik haklan yoktur. Allah ve
Rasûlüne âsi olan muhakkak açık bir sapıklık etmiş olur”. (Ahzâb; 36).
Görüldüğü gibi, bu ayette belirli bir zamandan bahsedilmiyor.
Burada adları geçen “mü’min erkek ve kadınlardan sadece Hz. Muhammed (a.s.)’in
zamanında yaşamış olan müslümanlar kastedilmiyor. Burada “iş” sözcüğü üzerinde
de önemle durulmalıdır. Bu iş hem dini, hem dünyevi olabilir. Allah ve Rasûl
kelimeleri de Allah ve Rasûl kelimeleri olarak kullanılmıştır, onların
hakimiyeti veya saltanatı olarak değil. Burada bütün mü’min erkek ve mü’min
kadınların, bir konuda Allah ve Rasûlü’nün karar vermeleri halinde ona uymaktan
başka çareleri olmadığı ifade edilmiştir. Onlar, ister erkek ister kadın olsun,
ne ferdî ne içtimaî şekilde Allah ve Rasûlü’nün emirlerine karşı gelemezler.
Yukarıdaki ayette, Allah ve Rasûlü’nün emirlerine karşı gelenler de sapıklıkla
suçlanmıştır. Yani, Allah ve Rasûlü’nün sadece dinî değil, diğer bütün konularda
verdikleri emir ve kararlara istisnasız uyulmalıdır. Zaten, Allah ve Rasûlü’nün,
İslâm topluluğu için getirdikleri kanun ve düzenin yaşaması ve gelişmesi,
onların emir ve kararlarına uyulmaya bağlıdır. Eğer her müslüman Allah ve
Rasûlü’nün emir ve talimatını bir yana bırakıp keyfine göre hareket etmeye
başlarsa bu düzenin ayakta durması mümkün değildir.
6.2. HZ. PEYGAMBER (A.S.)’E İTAAT VE
İSLÂMDA FİKİR HÜRRİYETİ KAVRAMI
Yazarlardan biri şöyle yazıyor:
“Ahzâb sûresinde Hz. Zeyd bin Harise ile Hz. Zeyneb (r.a.)
hakkında anlatılan olay, önemli bir şüpheye yol açıyor. Rasûlullah (a.s.) Hz.
Zeyd’e şöyle demişti: ‘Karının izdivacında kalmasına izin ver ve Allah’tan
kork’. Fakat Hz. Zeyd, Rasûlullah’ın bu emrine karşı gelerek Hz. Zeyneb’i
boşayıverdi. Hz. Zeyd’in bu hareketinin Hz. Peygamber’in emrine karşı olduğu
muhakkaktır. Ne var ki, Kur’ân-ı Kerim’de kullanılan ifadeden, Allahu Teâlâ’nın
Hz. Zeyd’in bu itaatsizliğinden hoşlanmadığını gösteren en küçük bir işaret
bulunmadığı anlaşılıyor. Bilakis, olayın başında Hz. Zeyd için “Allah’ın
mükâfatlandırdığı kişi” deyimi kullanılmıştır. Bu demek oluyor ki, Hz.
Peygamber’in bazı emirlerine karşı gelinebileceği ve bazı sözlerinin bizzat
kendisine ait olduğu kesin ise bile, onlara uymanın Allah’ın emirlerine
uyulması kadar vacip olmadığı ortaya çıkıyor.”
Burada anlatılan olay ve bununla ilgili olarak sorulan soru öyle
karmaşık değildir. Bu husustaki şüphe birkaç kelime ile giderilebilirdi. Ancak
şüphenin doğduğu noktada çeşitli yanlış anlamalar vardır ve bunlar çok gerilere
kadar uzanıyor. Onun için, bu şüphenin giderilmesinden önce bunun kaynağını
teşkil eden yanlış anlamaları ele alalım.
Kur’ân-ı Kerim, semavi kitaplar arasında, Mutlak Hâkim’in, Allah
(c.c.)tan başkası olmadığını en açık ve kesin ifadelerle anlatan kitaptır.
Kur’ân-ı Kerim’in çeşitli ayetlerinde, her türlü karar ve hüküm verme hakkının
sadece Allah’a ait olduğu, O’nun verdiği emir ve kararlara uyulmaktan başka
çare bulunmadığı, O’na itaatin farz olduğu ve insanın yaradılış itibariyle O’nun
kulu olduğundan O’na ibadet için yaratıldığı, insanlarla birlikte cinlerin de
Allah’a itaat ve ibadet için yaratıldığı, insanın Allah’tan başka kimsenin
mahlûku ve kulu olmadığı, bu bakımdan bir insanın başka bir insana itaatinin söz
konusu olmadığı, emir ve kararların tümünün Allah tarafından verildiği, başka
kimsenin bunda herhangi bir dahlinin bulunmadığı, bir insanın hiçbir zaman
başka bir insanın mutlak hakimi olamayacağı, hatla kuvvet, kudret ve iktidar
sahibi bir insanın başkasına, Allah’ın emirlerine aykırı bir iş yaptıramayacağı
açık açık anlatılmıştır.
6.2.2. İnsanların
İnsanlar Üzerindeki Hakimiyeti
Kur’ân-ı Kerim’in indirilişinin başlıca amacı, insanı Allah’tan
başka varlıkların boyunduruğundan kurtarıp onu Allah’ın kulu haline getirmek ve
bu arada, kendisine tam bir fikir ve vicdan hürriyeti bahşetmektir. Nitekim,
insanların insanlara köleliğine karşı en çok mücadele veren ilâhi kitap Kur’ân-ı
Kerim olmuştur. Bu kitap, hiçbir insana helâli haram veya haramı helâl yapma
yetkisi vermemiştir. Ayrıca, bir insanın kanun ve yasaklarının sanki ilâhî emir
ve buyruklarmış gibi geçerli ve itaate lâyık olduğu fikrini ortadan
kaldırmıştır. Bu tür sadakat ve itaat Kur’ân-ı Kerim açısından “şirk”tir.
Nitekim, Kur’ân-ı Kerim, din adamları, ulema, evliya, rahip, keşiş, kâhin,
papaz, papa ve dini sıfatlar taşıyan hükümdarlarına bir takım tanrısal sıfat ve
ünvanlar verip tapmasa başlayan, emirlerini Allah’ın emri gibi yerine getirmeye
çalışanlara müşrik demiştir. Zâten bir insan, başka bir insana aşırı derecede
bağlanıp onun bir takım insanüstü sıfat ve selâhiyetler taşıdığına inanmaya
başlayınca, ister istemez onu ilâh derecesine çıkarır, kendisini de onun kulu
haline getirir. Bir insan, bir başka insana karşı kalben, zihnen ve bedenen,
bütün yetenek ve özgürlüklerinden feragat edince karşısındakini her türlü
kusur, hata ve ayıptan berî saymış olur. Böyle bir kişi, bağlı olduğu kişinin,
insan hak ve hürriyetleri hakkında son sözü söyleyebileceğine, herkese hükmetme
hakkına sahip olduğuna kendi emrindekilere kâr ve zarar verme gücüne haiz
olduğuna ve hatta insanlara rızk verme ve onları aç bırakma gücünde olduğuna
inanır. Allah (c.c.)’tan başka herhangi bir kimseye bu sıfat ve özellikleri
yakıştırmak şirkin ve köleliğin ta kendisidir. Buna karşılık, “Tevhid”, Allah’ı
tek saymak, Allah’tan başka kimsede tanrısal özelliklerin bulunmadığına
inanmaktır. Tek Allah’a bağlı olan bir kişi, diğerlerine köle olmaktan
kurtulur, tek Allah’ın hakimiyetine ve himayesine girmiş olur.
6.2.3. Peygambere
İtaat Ne Demektir?
Allah’la insanlara itaat arasındaki bu farkı öğrendikten sonra
gelin, peygambere itaatin ne demek olduğunu görelim. Bildiğiniz gibi, İslâm’da
peygambere sadakat ve itaat farz olup, dinin temeli bunun üzerine kurulmuştur.
Evvelâ, şunu bilmekte fayda vardır ki, peygambere itaatin farz edilmesi, o
peygamberin insan olmasıyla ilgili değildir. Peygambere, Ahmet oğlu, Mehmet
oğlu, İmran oğlu, Meryem oğlu veya Abdullah oğlu olması bakımından itaat
edilmiyor. Peygamberin bu hüviyetiyle, başkalarına emir verme, bir şeyi
yasaklama, bir şeyi helâl ve caiz kılma hakkı da yoktur. Çünkü böyle bir şey
olsa, peygamber de “Allah’tan başka bir ilâh” haline gelir. Böylece bir
peygamber kendi eliyle, geliş sebebini ortadan kaldırmış olur. Kur’ân-ı Kerim bu
meseleyi gayet açık seçik bir şekilde bize anlatmıştır. Kur’an diyor ki,
kişisel olarak, nebi veya peygamber sizin ve bizim gibi bir insandır. “Ey
peygamber, onlara de ki, Rabbım pâk’tır. Berî insandan başka neyim ki? Ben
(insan)dan peygamber yapıldım”. Bir başka ayette şöyle deniliyor: “Ve onlara
onların peygamberi dedi ki, ben de sizin gibi bir insanım”. Ne var ki,
“peygamber” olmak bakımından bir peygamber ile diğer İnsanlar arasında büyük bir
fark vardır. Bir peygambere, Allah tarafından vahiy gönderilip peygamberlik
payesi verildikten sonra kendisine “hüküm” de veriliyor. Meselâ, bir ayette
şöyle deniyor: “Biz peygamberlere kitap, hüküm ve nübüvvet verdik.” Burada hüküm
kelimesi hem karar verme kabiliyeti, hem hükmetme kuvveti olarak
kullanılmıştır. Demek ki, peygamberin sahip olduğu iktidar ve hakimiyet,
kişisel bir yetenek değil, Allah vergisi bir vasıftır. Bu bakımdan, peygambere
itaat, Allah’a itaat’tir. “Her kim Rasûl’e itaat ederse, Allah’a itaat
etmiştir”. Peygamberin dünyaya ve insanlara gönderilmesinin amacı zaten,
Allah’ın emirlerini insanlara iletmesi ve bu emirlere uymalarını sağlamasıdır.
“Her peygamberi göndermemizin maksadı, Allah’ın emriyle O’na itaat edilmesini
sağlamaktır”. Bu bakımdan, peygamberin emri, Allah’ın emridir ve kimsenin buna
itiraz etme hakkı yoktur. “Hidayet’in belirlenmesinden sonra peygamber ile kavga
eden ve iman edenlerin yolundan başka bir yol takip eden birini, saptığı tarafa
saptıracağız ve onu cehenneme atacağız, orası ne fena yerdir”.
Bir peygamber’e fiilen itaatsızlık etmek şöyle dursun, biri
sadece onun emrine karşı gelmeyi aklından bile geçirse, onun imanı silinmiş
oluyor. “Vallahi, aralarındaki anlaşmazlığı gidermek hususunda seni hakem kabul
etmedikçe ve verdiğin kararı, canlarını sıkmadan kabul etmedikçe onlar mü’min
sayılmayacaklardır”. Bu itaatsizliğin sonucu hüsran ve ümitsizliktir.
“Küfretmiş ve Peygamber’in emirlerine karşı gelmiş olanlar, kıyamet günü
öylesine bir güçlük ve felâketle karşı karşıya bulunacaklardır ki, kendilerinin
yerle bir edilmelerini isteyeceklerdir.”
Daha önce işaret elliğimiz gibi, peygambere lam itaat ve
teslimiyet din ve imanın esaslarındandır. Bir insanın hidayet bulması ancak nebî
veya peygambere itaat ile mümkündür. Peygamberin sözlerini dinlemeyen, onun
hayatını örnek almayan bir kişi ne dünyada ne de âhirette felâh ve refah
bulabilir. Ama bir kere daha tekrar edelim, peygambere bu bağlılık ve teslimiyet
onun insanî ve kişisel özelliğine değildir. Allah, bir peygamberi, insanları
kendi kulu haline getirmek üzere dünyaya göndermemiştir. Bir insan, Allah
tarafından kendisine hüküm ve peygamberlik bahşedildikten sonra insanlara,
“Allah yerine benim kulum olunuz” diyebilir mi? Peygamber, insanları şahsî hırs
ve arzularına göre idare etmeye, onlar üzerinde şahsî iktidar ve hakimiyet
kurmaya, baskı ve zulüm uygulamaya, onların hak ve özgürlüklerini ortadan
kaldırmaya, kendine bir takım menfaatler kazanmaya çalışmaz. Eğer böyle olursa
zâten, peygamberin dünyaya gönderilme amacı ortadan kalkmış olur. Allah’tan
başka ilâh ve tanrıları yok etmeye gelen biri kendisi tanrı oluverirse, bunun
hayırlı ve faydalı tarafı neresindedir? Halbuki, peygamber dünyaya bir insanın
başka bir insanı köle etmesini, sömürmesini önlemeye gelir. “Ve bu peygamber,
onların yükünü kaldırır ve onların bağlı bulundukları bağları keser”.
Peygamberin gelişinin sebebi ve gayesi, insanların başkalarının hak ve
hürriyetlerini ihlal eden davranışlarını ve kendilerine sınırsız yetki
tanımalarını önlemektir. “Kendi dilinizle islediğiniz şeyi helâl etme ve
istediğiniz şeyi yasaklama hakkınız yoktur”. Peygamber, bir insanı başka bir
insanın önünde eğilme, ona boyun eğme rezaletinden kurtarmak için dünyaya
gönderilmiştir. “Sizden hiçbir insan başka bir insanı, Allah’tan başka ilâh
edinmesin”. Böyle bir durumda, bir nebi başkalarının boynundaki boyunduruğu
kendi boynuna geçirebilir mi? Başkalarının hak ve hürriyetlerine sadece kendi
şahsî ihtiras ve menfaatleri için son verebilir mi? Kırmak için geldiği putlar
yerine kendi putunu dikebilir mi? Allah’ın kullarına baskı ve zulüm yapan zalim
hükümdarları ortadan kaldırmaya gelen peygamber kendisini onların tanıma
olunabilir mi? Hz. Peygamber (a.s.), Yahudiler ile Nasranîlerin kendi din
adamları ve rahiplerini, Allah yerine tanrı haline getirdiklerinden yakınmışım
Böyle bir peygamber, kendisine iman edenleri, “siz Allah’ı boş verip beni Rabb
olarak tanıyın ve arzularıma boyun eğin” diyebilir mi?
6.2.5. Peygamber
(a.s.)’e Peygamber Olması Bakımından itaat
Peygamber (a.s.)’e peygamber olarak sadakat ve itaat, imanın bir
parçasıdır, hatta İslâm dininin temel kurallarından biridir. Biz Hz. Peygamber
(a.s.)’e bir insan değil, bir peygamber ve Allah’ın elçisi olarak itaat etmeye
mecburuz. Biz Hz. Muhammed (a.s.)’e bağlılığımızı bildirirken aslında, Allah’ın
Rasûlü’nün, Allah tarafından bize getirdiği ilim, hidayet, hüküm, emir, kanun ve
talimata uymayı taahhüt ederiz. Başka bir deyişle, İslâm’a göre müslümanların Hz.
Peygamber’e itaat etmeleri sıradan bir insana değil, bir peygambere ve
dolayısıyla, Allah’a itaat etmeleridir. Şu ayetlere bakın:
“Allah’ın sana gösterdiği gibi İnsanlar arasında hükmetmen için
sana hak olarak Kitab’ı indirdik”. (Nisa; 105)
“Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler zâlimlerin la
kendileridir”. (Maide; 45)
Bu kanuna diğer İnsanlar gibi, peygamber de bir insan olarak
bağlı bulunuyor:
“Ancak bana vahyolunan şeye tabi olurum”. (En’am; 50)
Bu ve buna benzer ayetler, Peygamber (a.s.)’e itaatin, aslında
Yüce Allah (c.c.)’a itaat olduğunu göstermektedirler. Peygamber (a.s.)’e itaat
ediliyorsa ona Allah tarafından “hüküm” verildiği için ediliyor, insan olduğu
için değil. Hâkimlere ve halifelere itaat ediliyorsa, Allah ve Rasûlü’nün
kanunlarını uyguladıkları için ediliyor. Ulema’ya itaat ediliyorsa, Allah ve
Rasûlü’nün helâl ve haram ile ilgili koydukları kurallar hakkında bizi
uyardıkları için ediliyor. Bu saydığımız kişiler bize Allah’ın herhangi bir
emrini getirirlerse, biz buna itiraz etmeden uymak zorundayız. Allah’ın emri ve
kararı söz konusu olunca kulun şahsî fikri ve fikir hürriyeti önemli değildir.
Fakat eğer bir insan Allah’ın emrini değil, kendi görüşünü ve emrini onaya
koyarsa, bir müslümanın buna mutlaka uyması şart değildir. Bu gibi konularda
kendi aklını kullanma, düşünüp taşınıp, kararını verme hakkına ve hürriyetine
sahiptir. İsler ittifak, ister ihtilâf edebilir. Mesele şahsî olunca bir
müslüman sadece ulema ve yöneticilerle değil, peygamber ile de ihtilâf etme
hakkına sahiptir.
6.2.6. Hz.
Peygamber (a.s.)’in Vazifesinin Başlıca İki Hedefi Vardı
Hazreti Peygamber efendimiz (a.s.)’in dünyaya gelişinin ve
peygamberlik vazifesinin iki önemli gayesi vardı. Birincisi, Tek Allah’a itaat
ve bağlılık halkasını insanın boynuna geçirmek. İkincisi de insanların
boynundaki insanlara ait boyunduruğu söküp atmak. Hz. Muhammed (a.s.)’in
peygamberliğinin bu iki yanı da aynı önemi taşıyordu. Hz. Peygamber (a.s.)’in
görevinin ilk bölümünün tamamlanması için bütün müslümanların kendisine kayıtsız
şartsız itaat etmeleri gerekliydi. Kendisine itaat edilmesi, Allah’a itaat
edilmesine giden yoldu. Başka bir deyimle, Allah’a itaat etmek Peygamber’e itaat
etmeye bağlıydı. Hz. Muhammed’in, görevinin ikinci kısmını bitirmesi için, ilk.
önce kendi fikir ve hareketleriyle bir insanın başka bir insana itaat etmesi,
hatta Abdullah oğlu Muhammed’e bile itaat etmesi gerekmediğini, herkesin fikir
ve vicdan hürriyetine sahip olduğunu müslümanlara anlatması, inandırması
lâzımdı. Aslında bu son derece nâzik bir meseleydi, çünkü Hz. Muhammed bir
yandan peygamber, bir yandan insan olup her iki hüviyeti şahsiyetinde
toplamıştı. Hz. Peygamber (a.s.)’in bu iki kimliği arasında bir çizgi çizmek
hayli güçtü. Ancak, Rasûlullah (a.s.) Yaradanının kendisine bahşettiği büyük
meziyet ve hikmet sayesinde başarıyla bu nazik meselenin üstesinden geldi.
Netice itibariyle bir peygamber olarak ümmetinin kendisine öylesine itaat
etmesini sağladı ki, dünya tarihinde böyle bir itaati, böyle bir bağlılığı bir
daha göremeyiz. Diğer yandan, bir insan olarak, kendisine iman edenlere ve
taraftar olanlara dünya tarihinde ender rastlanabilecek cumhuriyetçi,
özgürlükçü ve demokrat lider ve hâkimlerin tanıyabileceklerinden çok daha
esaslı hak ve hürriyetler tanıdı, Bir taraftan, bir peygamber olarak, Hazreti
Muhammed(a.s.)’in müslümanlar arasında en büyük itibar, şeref ve haysiyete
sahip olduğu, müslümanların kendisine ne kadar çok sevgi ve saygı besledikleri,
ona nasıl bağlı olduklarını düşünelim; bir taraftan da, böylesine büyük sevgi
ve saygıya lâyık ve böylesine kudretli olmasına rağmen, güncel ve sosyal
konularda her yerde ve her zaman insanlık hâlini, peygamberlik payesinden ayırt
edebilme kabiliyetine bakalım. Bir düşünelim, bir peygamber olarak kendisine ses
çıkarılmadan kitlelerin itaat etmelerine alışık olan bir kişi, bir insan olarak
insanlara ne kadar çok fikir ve vicdan hürriyeti vermiş, ne kadar çok kendi
fikriyle ihtilâf etmelerine izin vermiştir. Böyle bir değerlendirmenin sonunda,
ancak bir peygamberin, böylesine harika bir ayırt etme kabiliyetine, tahammül,
tevazu ve basirete sahip olabileceği sonucuna varacağız. Bu noktada sanki
peygamberin şahsî hüviyeti de onun peygamberlik sıfatıyla özdeşleşmiştir. Yani
peygamber iken insandır, insan iken de peygamberdir. Bir peygamber, kişisel
kimliğine rağmen peygamberlik vazifesini yapabilir. O kişisel kimliği ile
çalıştığı sırada taraftarlarına fikir hürriyetini aşılıyor, bir insanın nasıl
eşit olduğunu ve ona nasıl muamele edileceğini öğretiyor, hatta Allah’ın
peygamberi olarak tanıdıkları insanın görüş ve hareketleriyle de ihtilaf etme
hakkına sahip olduklarını bildiriyor. Doğrusu, Hz. Muhammed (a.s.) müslümanlar
tarafından öylesine seviliyor, sayılıyor ve yüksek mevkide tutuluyor ki,
çeşitli dinlere mensup hükümdar, lider, rahip ve din adamları gibi kendisini
kolayca tanrı mevkiine çıkarabilir ve diğer insanları da kendi kulları
sayabilirdi. Ama, Hz. Peygamber (a.s.)’in söz ve fiillerinin bunun tam aksine
olduğunu görüyoruz. Rasûlullah bir yerde şöyle diyor:
“Ben de bir insanım. Ben size dininiz hakkında bir şey söylersem
söylediklerime uyun. Fakat ben kendi görüşümü ileri sürdüğüm zaman, benim
sadece bir insan olduğumu düşünün.”
6.2.7. Fikir
Hürriyeti Kavramını Yerleştirme Çabaları
Bir defasında Hazreti Peygamber efendimiz (a.s.) Medine’de
bahçıvanlara, hurma ağaçlarının yetiştirilmesi konusunda bazı öğütlerde
bulundu. Bahçıvan ve çiftçiler bu öğütlere göre hareket etliler, ancak ürün iyi
olmadı. Konu Hz. Peygamber (a.s.)’e bildirilince kendisi şöyle buyurdular: “Ben
tahminlerime göre bir şey söylemiştim. Benim tahmin ve şahsi fikirlerime fazla
ehemmiyet vermeyin. Fakat bir şeyin Allah tarafından olduğunu söylediğim zaman
bana inanın. Çünkü Allah hakkında yalan söylemem.”
Bedir savaşında Hz. Peygamber (a.s.)’in konakladığı yer iyi
değildi. Hz. Hubab bin Münzir (r.a.) çadırın kurulması için yer seçiminin, vahye
göre mi yoksa bir muharebe tedbiri olarak mı yapıldığını sordu. Hz. Peygamber
(a.s.) buyurdular ki, konak yeri vahye göre seçilmemiştir. Bunun üzerine Hz.
Hubab, çadırın başka bir yerde kurulmasının dâha iyi olacağını belirtti ve Hz.
Peygamber (a.s.) de bu fikri kabul etti.
Bedir savaşının esirleri konusunda Hz. Peygamber (a.s.)
sahabelerin fikrini sordu ve kendisi de kişisel görüşünü ileri sürdü. Tarih
kitaplarına göre, Hz. Ömer ile Hz. Ebû Bekr (r.a.) bu görüşe karşı çıktılar.
Aynı toplantıda Hz. Peygamber, damadı Ebu’l Ass’ın durumunu da ortaya attı ve
sahabelere, ona fidye olarak alınan kolyenin geri verilip verilmemesini sordu.
Sahabeler bu fikri kabul edince kolye, Ebu’l Ass’a geri verildi.
Hendek savaşı sırasında, Hz. Peygamber (a.s.) Beni Gatafan ile
sulh yapma niyetini açıkladı. Medine’deki Ensâr kabilelerinin reisleri bu
düşünceye karşı çıktılar ve dediler ki: “Eğer sulh yapmak vahiy ile
bildirilmişse, hiçbir itirazımız yoktur, ama değilse o zaman bazı maruzatımız
vardır”. Hz. Peygamber, onların itirazlarını dinledikten sonra anlaşma metnini
yırtıp attı.
Hudeybiye Anlaşması imzalanırken Müslümanlardan bazısı,
kâfirlere taviz verilmeme ve onların üstünlüğünü kabul etmeme eğiliminde idiler.
Hz. Ömer bu anlaşmaya açıkça karşı çıktı. Ancak, Hz. Muhammed (a.s.) bu işi
Allah’ın peygamberi olarak yapmakla olduğunu söyleyince durumdan şikayet eden
ve hayli üzülen Müslümanlardan çıt çıkmadı. Hz. Ömer ise ömrünün sonuna kadar,
Hz. Muhammed (a.s.)’in bir peygamber olarak yaptığı işe karşı çıkmasının
pişmanlığını ve burukluğunu duydu.
Huneyn savaşının ardından ganimetlerin dağıtımı sırasında küçük
bir ihtilaf ortaya çıktı. Ensâr bazı kimselere ganimet mallarının gerektiğinden
çok cömertçe dağıtılmasına itiraz elliler. Hz. Peygamber onları yanına çağırdı
ve: “Ben Allah’ın peygamberiyim, ne istersem yaparım” demedi. Aksine,
özgürlükçü bir rejimde hürriyetçi bir liderin tavrıyla ganimet mallarının
dağıtımının çeşitli yönlerini arılattı, dağılımın neden böyle yapıldığını
açıkladı. Yani peygamberliğini karşısındakileri sindirmek amacıyla bir silâh
olarak da kullanmadı, aksine kabaran duygularını yatıştırdı, akıl ve mantığa
göre hareket etmelerini sağladı. Ensâr da evlerine memnun döndüler.
Hazreti Peygamber (a.s.)’in bu davranışı sadece sahabelere,
yakınlarına ve toplumun üst tabakasında yer alanlara karşı değildi. Aynı alçak
gönüllülüğü, açık kalpliliği, yumuşak tavrı toplumun en alt tabakasında yer
alan köle ve hizmetçilere karşı da gösteriyordu. Kölelere hürriyet fikrini o
verdi. Berre adlı cariye, kocasından nefret ederdi, ama kocası onu bırakmak
istemiyordu, halla ona öylesine aşıktı ki caddelerde, sokaklarda onun için
gözyaşı döküyordu. Olayı duyan Hazreti Peygamber (a.s.) cariye kıza kocasına
dönmesini söyledi. Kız, “ya Rasûlallah bu bir emir midir?” diye sordu. Hz.
Peygamber dedi ki, “bu bir emir değil, bir tavsiyedir”. Kız dedi ki, “eğer bu
tavsiye ise, ben onun yanına girmek istemiyorum.”
Bu gibi örnekler daha da çoğaltılabilir. Fakat burada önemle
belirtmek istediğimiz şey, Hz. Peygamber’in fikir hürriyeti kavramını
müslümanlara nasıl yerleştirmiş olduğudur. Gördüğünüz gibi, Hz. Peygamber,
kendi insanlık hali ve peygamberlik vazifesini her zaman birbirinden ayırt
edebiliyordu. Şahsen uygun gördüğü görüşü ileri sürerdi ve arkadaşları buna
serbestçe karşı çıkabilirlerdi. Başkalarının şahsî fikrine karşı çıkmak şöyle
dursun, bunu teşvik ederdi. Uygun olmayan fikir ve tutmayan bazı tahminlerini
geri alacak kadar da geniş kalpliydi.
6.2.8. Hz. Zeyd
bin Harise Olayının Ardındaki Gerçekler
Bu açıklamalardan sonra gelin, Hz. Zeyd bin Harise (r.a.)
olayının ardındaki gerçeklere bir göz atalım: Hz. Zeyd ile Hz. Muhammed (a.s.)
arasındaki ilişki çok yönlüydü. Her şeyden önce, Hz. Muhammed (a.s.) bir dini
önder ve Zeyd O’nun taraftarıydı. İkincisi, Zeyd, Hz. Peygamber (a.s.)’in
eniştesiydi. Üçüncüsü, Hz. Peygamber (a.s.), Hz. Zeyd’in manevî babası ve
velisiydi. Zeyd O’nun elinde büyümüştü. Zeyd, karısıyla geçine-meyince onu
boşamaya karar verdi. Hz. Muhammed (a.s.) gerek bacanağı gerekse velisi olarak
en uygun şeyi söyledi, yani “Allah’tan kork ve karını boşama”. Fakat,
evliliklerini bozacak sebepleri ve anlaşmazlığın kaynaklarını bilen Zeyd,
durumu daha iyi kavrayabilecek mevkide idi. Bu, onun dini inanç ve
eğilimlerinden çok, ailevi ve şahsi bir meselesiydi. Bu nedenle, Hazreti
Peygamber (a.s.)’in sözlerini dinlemeyip eşini boşayıverdi. Burada dikkat
edilmesi gereken husus şudur: Hz. Muhammed (a.s.). Zeyd bin Harise’ye nasihatini
bir peygamber değil, bir insan, olarak vermişti. Zeyd de Rasûlullah (a.s.)’in
sözlerine değil bir insan ve yakınının nasihatlerine karşı gelmişti. Bundan
dolayıdır ki ne Hz. Muhammed (a.s.) ne de Cenab-ı Allah, Zeyd’in bu davranışını
yadırgadılar. Eğer Hz. Muhammed (a.s.) yerine başka birisi, birini elinde
büyütmüş, ona babalık etmiş, her türlü iyilik yapmış, daha sonra bir köle
olmasına rağmen onunla amca kızını evlendirmiş ve karşı çıkmasına rağmen onu
boşamış olsaydı, tabii ki hayli öfkelenerek şuursuzca hareketlerde
bulunabilirdi. Ama Hz. Muhammed (a.s.) sadece bir veli değil, bir peygamber idi
de. Allah’ın peygamberi olarak görevi ve hedefi, insanı insanın boyunduruğundan
kurtarmak, insana insanın hakkını vermek, insana hürriyet nimetini
tattırmaktı. Bu sebepten dolayıdır ki, bu hususta Hz. Peygamber (a.s.) gayet
temkinli davranarak, Hz. Zeyd’e emir yerine nasihat verdi ve nasihatine
uyulmadığı zaman da herhangi bir kızgınlık belirtmedi. Bu olay, Hazreti
Muhammed (a.s.)’in kişiliğinde insanlık ve peygamberlik hallerinin hem nasıl
birleştikleri hem nasıl ayrıldıklarını göstermeye yeter sanırız. Hz. Muhammed
(a.s.) kendi peygamberlik hüviyeti ile insanlık hali arasında öylesine güzel
bir denge kurmuştu ki, bunu ancak Allah’ın Peygamberi başarabilirdi.
6.2.9. Hz.
Peygamber’in Öğrettiği Fikir Hürriyeti
Hz. Peygamber, insanın Allah’a itaat ile, İnsanlar arasındaki
ilişkilerde nasıl bağımsız olabileceğini, ne gibi bir fikir hürriyetine
kavuşacağını sözleri ve kendi hareketleri ile ortaya koymuştur. O’nun telkin ve
davranışlarına uyan sahabeler, Allah’a itaat ve bağlılık ile insan hak ve
hürriyetlerine saygı konusunda eşine rastlanmayan bir topluluk oluşturdular. Hz.
Peygamber’in sahabeleri ve diğer müslümanlar demokratik ve özgürlükçü
düşüncelerle yetişip bu konuda erişilmeyecek örnekler verdiler. Müslümanlar
fikir ve söz hakkını sonuna kadar kullanabiliyorlardı. Herkes, herkesle ihtilaf
etme hürriyetine sahipli. Bir söz veya fikri, sadece büyük bir adam söylüyor
diye kabul etmeleri düşünülemezdi. Her şeyi ölçüp biçip kabul ederlerdi. Hazreti
Peygamber (a.s.)’den sonra yeni doğan İslâm devletinin başına geçen Hulefâ-yı
Râşidin istişareye dayalı bir rejimin temelini attılar. Hz. Muhammed (a.s.)’in
mübarek sohbetinden kaptıkları bağımsızlık ve hürriyet fikrini her tarafa
yaydılar. Halifeler bir yandan devletin temelini düşünce hürriyeti, istişare,
insan hak ve hürriyeti ilkeleri üzerine atarken bir yandan da kendilerini diğer
müslümanlarla eşit saydılar, emirlerini bir hükümdar olarak değil, alelâde bir
vatandaş olarak verdiler ve herkesin kendileriyle ihtilaf etme hakkını
tanıdılar. Kendi emir ve kanunlarını halka zorla kabul ettirme yoluna
gitmediler.
6.2.10. Dört
Halife’den Sonra Fikir Hürriyeti Kavramı
Dört Halife’den sonra Ümeyye ve Abbasî saltanatları döneminde
fikir hürriyeti kavramına ağır darbe indirilme çabalarına şahit oluyoruz. Bu
dönemde hürriyet ruhu baskı, zulüm, işkence, terör, para ve pul yoluyla yok
edilmek istenmişse de, hürriyetçi müslümanların bir grubu uzun zaman buna karşı
direnmeye çalışmıştır. İslâm tarihinin ilk üç yüzyılına kadar söz ve fikir
hürriyetinin hayli parlak örneklerini görmek mümkündür. Siyasi alanda despot ve
zâlim hükümdarlara karşı büyük çaplı direniş görülmezse de, ideolojik ve
akademik alanda gayet cesaret verici çalışmalar yapılmıştır. Bu dönemde, âlim,
fakih, düşünür ve yazarlar ile aydınların büyük bir bölümünün, hâkimlerine
boyun eğmeyip doğru bildikleri ve İslâmiyet’e uygun olduğunu sandıkları her şeyi
büyük bir azim ve kararlılıkla savunduklarını görmek mümkündür.
6.2.11. İmam ve
Fakihlerin Fikir Hürriyetine Yaklaşımı
Sahabeler, peygamberden sonra en değerli kişilerdir. Gayet tabii
ki sahabelerden hemen sonra dünyaya gelen “tâbiîn” sahabelere son derece
saygılıydılar. Ancak “tâbiîn” (sahabelerden sonra gelen ve Hz. Peygamber
(a.s.)’in dönemini yaşamamış olanlar), sahabelerin fikirlerini serbestçe tenkit
edebiliyorlardı. Tabiiler, sahabelerin sözlerini enine boyuna tartışıp doğru
bulduklarını kabul ederlerdi. Nitekim, İmam Malik (r.a.) sahabeler arasındaki
görüş ayrılığına temas ederek şunları söylemektedir: “Sahabelerin fikirleri hem
doğru hem yanlış olabilir. Bu hususta siz kendiniz düşünüp karar vermelisiniz.”
Aynı şekilde İmam Ebû Hanife (r.a.) de şunları yazmaktadır: “Sahabelerin iki
farklı rivâyetinden biri muhakkak yanlış olacaktır.”
Zâten sahabeler de kendilerinin masum olduklarını, hata
işlemediklerini, sonrakilerin kendi fikirlerini unutup sadece onların fikrini
kabul etmeleri gerektiğini hiçbir zaman iddia etmemişlerdir. Nitekim, Ebû Bekr
(r.a.) bir konuda kendi fikrini söylerken şunları eklemeyi unutmazdı: “Bu benim
fikrimdir. Eğer doğruysa, Allah tarafından olduğunu düşünün, eğer yanlışsa, bu
benim hatamdır ve ben Allah’tan af dilerim.” Hazreti Ömer (r.a.) ise şunları
söylemiştir: “Fikir yanlışlığını, ümmet için sünnet haline getirmeyin.” Hz. İbn
Mes’ûd şu ikazlarda bulunmuştur: “Sakın, kimse din konusunda başkalarını körü
körüne takip etmesin. Biri müminse öbürünün de mü’min, biri kâfirse öbürünün de
kâfir olması gerekmez. Yanlıştık ve kötülükte kimse kimseyi takip edemez.” İmam
Malik (r.a.)’in sözleri şöyledir: “Ben bir insanım. Söylediğim sözler yanlış da
olabilir, doğru da. Siz fikrimi gözden geçirin. Hangisi Kitap ve Sünnet’e
uygunsa kabul edin, hangisi değilse kabul etmeyin.”
Tarih kitaplarında İmam Malik (r.a.)’in bir vakası
nakledilmiştir: “Abbasi halifesi Mansur, İmam’ın kitabı Muvatta’yı bütün İslam
Aleminin Anayasası haline getirmek istiyordu. Gayesi, bütün diğer mezhepleri
ortadan kaldırıp, Malikî mezhebini geçerli hale getirmekti.Ama, başkalarının
fikir hürriyeti, tetkik, tahkik ve içtihad hakkına son derece saygılı olan İmam
Malik, halife Mansur’u böyle bir adım atmaktan alıkoydu”. İmam Ebû Yusuf ise
şunları yazıyor. “Sözümüzün kaynağının ne olduğunu bilmeden bir kişinin bizim
sözümüze inanması doğru değildir.”
İmam Şafiî aynı konuda şunları söylüyor. “Delil aramaksızın ilim
tahsil eden şahıs tıpkı, gece karanlığında odun toplayan adam gibidir. Bu adam,
gece topladığı odunlar arasında, kendisini sokabilecek bir yılanın saklı
olabileceğinden habersizdir.”
6.2.12. İslâm’da
Fikir Hürriyeti Kavramının Ortadan Kalktığı Dönem
Hz. Peygamber (a.s.)’in müslümanlara aşıladığı fikir hürriyeti
mefhumu, Hicret’ten sonra 300 yıl kadar muhtelif şekillerde devam elti.
Müslümanların önemli bir bölümü ilk yıllarda siyasî ve diğer alanlarda, daha
sonra ilmi alanda fikir özgürlüğü, araştırma, eleştiri ve yorum yapma haklarını
kullanmaya devam ettiler. Ne var ki, daha sonraki çağlarda, hâkim sınıfın baskı
ve zulmünün giderek artması, aydın kesimin de ilme hizmetten vazgeçip, menfaat
ve İkbal için, takip etlikleri yoldan ayrılmaları yüzünden fikir hürriyeti
kavramı havaya uçup gitti. Düşünen kafalardan düşünme hakkı alındı, gören
gözlerden görme kabiliyeti gasp edildi, konuşan diller de kökünden koparıldı.
Saray ve divanlardan başlayarak medrese ve tekkelere kadar her yerde
müslümanlara, dalkavukluk, uşaklık ve kölelik dersi verilmeye başlandı. Kalb,
beyin, ruh ve beden hepsi zincire vuruldu. Sultan ve padişahlar, insanları
kendilerine secde ettirmek suretiyle insanlara tapma geleneğini getirdiler.
Medreselerde büyüklere kayıtsız şartsız itaat etme eğitimleri yapıldı.
Tekkelerde “biat” sünneti tahrif edilerek kendilerini veli, sofu ve evliya ilân
eden kişilere kölelik yapma devri açıldı. Allah’tan başka kimselerin karşısında
eller bağlı olarak durulmaya başlandı.İnsanlar, insanın tanrısı oluverdi.
Kısacası, tevhid ve peygamberlikle ilgili getirilen bütün hükümler ve emirler
bir tarafa itildi. Açıkça şirk gibi bir günah işlenmeye başlandı. Netice
itibariyle, müslümanlar, ilmi, ruhi, ahlâki, içtimai, iktisadi, fenni ve siyasi
hiçbir gelişme kaydetmeden hızla çöküşe doğru sürüklendiler.
6.3. PEYGAMBERLİK VE FONKSİYONU
Herhangi bir peygamberin, insan olması bakımından, itaat
edilmesi ve örnek alınmasının şart olmadığı kesindir. Hz. Musa (a.s.)’a, İmran
oğlu Musa olması bakımından itaat edilmiyor. Hz. Îsa (a.s.)’nın, Meryem oğlu Îsa
olduğu için örnek alınması gerekmez. Aynı şekilde Hz. Muhammed (a.s.)’e,
Abdullah oğlu Muhammed olarak itaat etmek şart değildir. Onlara itaat ediliyor,
onların hayatı örnek alınıyorsa, bu onların Allah’ın peygamberleri olmalarından
ileri geliyor. Allahu Teâlâ onlara, alelâde insanlara verilen bir ilim
vermemiştir, sıradan insanlara bahşedilen hidayeti bahşetmemiştir; aksine diğer
insanların kendi akıl gücüyle veya peygamberleri yol göstermedikçe
başaramayacakları seviyede yetenek, bilgi ve güç vermiştir. Şimdi gelelim,
sorumuzun daha sonraki bölümüne; bir peygambere hangi işlerde itaat etmek
zorunlu, hangi işlerde zorunlu değildir. Yani peygamberlere itaatin sınırı var
mıdır, varsa ne kadardır?
Müslümanların bir grubu var ki itaat ve bağlılığın sadece Allah
tarafından O’nun peygamberine gönderilen Kitaba mahsus olduğunu savunup durur.
Bu gruba göre, kitabı tebliğ ettikten sonra peygamberin peygamberlik hüviyeti
de sona ermiş olur. Kitabullah insanlara indikten sonra peygamber rasgele bir
insana dönüşür. Bu grubun savunduğu diğer bazı düşünceler şunlardır: Hükümdar,
hakim, lider ve önderlere itaat yalnızca düzenin korunması ve otoritenin
sağlanması için lâzım olup, dini bir zorunluluk değildir. Alim, düşünür ve
hukukçulara, kabiliyet ve bilgi derecelerine göre saygı gösterilmelidir. Bu
itaat ve bağlılık da seçmeli olup bağlayıcı bir tarafı yoktur. Aynı durum
Allah’ın peygamberi için de geçerlidir. Allah’ın kitabını dünyaya ve insanlara
getirdikten sonra peygamber, peygamberlik niteliğini kaybedip sıradan bir insan
haline gelir. Bir hâkim ve hükümdara da bağlılık onun iktidar sahibi olmasından
ileri gelir ve iktidardan düşer düşmez bu kimliğini yitirir. Bir şahsın hâkim
olarak etkinliği, sadece karar alanının sınırları dahilindedir. Bir hakim,
karar ve yetki alanının dışında gerçek bir hakim değil, bir hukukçu olarak kabul
edilecek ve verdiği karar ancak benzeri şartlarda örnek olarak
kullanılabilecektir. Eğer biri mütefekkir veya filozof ise sözleri ve vecizeleri
kendi değerlerine göre göz önüne alınmalıdır.Aynı şekilde iyi ve dürüst bir
insan ise, onun söz ve davranışları ancak gönüllü olarak örnek alınabilir. Bu
gruba göre bir peygamber sırasıyla bir hükümdar, hâkim, mütefekkir ve iyi bir
insan ise, bu hüviyetteki bütün söz ve hareketlerini benimsemek veya
benimsememekte serbestiz. Bütün bu ayrı ayrı hüviyet ve mevkilerde kullandığı
sözler ve yaptığı hareketler o mevki ve işinin icabı olup, bunları bir
peygamberin söz ve fiilleri gibi kabul etmek doğru değildir.
Başka bir grup, bu görüşte az bir değişiklik yapar. Bu gruba
göre, peygamberin görevi sadece Allah’ın kitabın dünyaya getirmek değildir. O
kitapta yer alan emir, tâlimat ve kanunları şahsen uygulamak suretiyle ümmetine
örnek olmalıdır. Bu bakımdan, peygamberin ibadet ve diğer dini vecibeler ile
ilgili gösterdiği örneğe uymak aslında Kitabullah’a uymaktır ve bu dini bir
vecibedir. Ancak peygamberin bir insan olarak işgal ettiği hükümdar, hakim ve
kadı gibi mevkiler ve taşıdığı ıslahatçı, düşünür, vatandaş ve cemiyetin bir
ferdi gibi sıfatlarla yaptığı işler ve söylediği sözlerin kalıcı ve evrensel bir
nizamname teşkil etmediği ve dolayısıyla bunun dinen farz olmadığı kesindir.
Üçüncü grup, peygamberin peygamberlik hüviyetinin, hayatının
büyük bir bölümünü kapsadığını, ahlâkî, toplumsal ilişkiler, resmi uygulama ve
hukukta veya bazı diğer alanlarda onun söz ve uygulamalarına uymanın Allah’ın
talimatına uymak olduğunu kabul eder. Fakat aynı zamanda peygamberin
peygamberlik ve insanlık halleri arasında ayırım yapar. Bu gruba göre, Hz.
Peygamber (a.s.)’in belli bazı söz ve fiillerinin örnek alınması gerekli
değildir. Ama bu grup, nebinin peygamberlik ile insanlık durumları arasında
ayırım yapmakta hayli güçlük çeker.
Dördüncü gruba göre, nebinin kişisel ve peygamberlik durumları
birbirinden farklı olmasına rağmen ikisi de aynı kişide birleşiyor ve bunlar
arasında fiilen ayırım yapmak imkânsızdır. Bu grub diyor ki: Peygamberlik öyle
hepimizin bildiği sıradan makamlardan değildir ki, onlar bu makamda
bulundukları sürece peygamber, bundan iner inmez de alelade insan olsunlar?
Bilakis, bir peygamber göreve çağırıldığı andan ölümüne kadar sürekli görevde
sayılır. Bir peygamber, temsilcisi olarak gönderildiği saltanatın ruh ve
yapısına aykırı herhangi bir harekette bulunamaz, ömründe yaptığı bütün işler,
ister İmam veya hükümdar olarak olsun, ister toplumun bir bireyi, bir koca, bir
baba, bir kardeş, bir akraba veya bir dost olarak olsun, hepsi peygamberlik
damgasını taşır. Her ne iş yaparsa yapsın, her neyle meşgul olursa olsun, her an
ve her zaman bir peygamberdir ve örnek alınmaya lâyıktır. Nitekim, zevcesiyle
birlikte yatakta olduğu sırada bile, camide namaz kıldırdığı sırada olduğu gibi
Allah’ın rasûlüdür. Hayatın çeşitli alanlarında yaptığı işleri Allah’ın
hidayetiyle yapar. O, her an sıkı bir şekilde Allah’ın gözetimindedir. Bu
sebeple, her an Allah’ın çizdiği yol ve sınırların içinde harekete mecburdur.
Kendi sözleriyle, hareketleriyle ve hayati yaklaşımıyla adeta insanlığa, “bakın,
bireysel ve toplumsal düzeniniz bunlar üzerinde kurulmalıdır” demek ister. Bir
peygamber, ferdî, ailevî ve toplumsal vazifelerini resmî vazifesi gibi yerine
getirmeyi bir borç bilir. Bir konuda en ufak bir hatası Allah katında kaydedilip
hemen düzeltilir. Çünkü onun küçük bir hatası, ümmetinin büyük bir hatasına yol
açabilir. Zaten dünyaya gönderilmesinin amacı, bir “müslüman”ın hayatının ne
olduğunu fiilen göstermektir. O, insanları bireysel yaşantılarında Allah’ın
emir ve talimatına göre hareket etmeleri için uyarmakla kalmayıp, gerçek anlamda
bir müslüman toplumunun vücuda gelmesini de sağlar. Peygamber âncak masum ve
hatasız olmak suretiyle müslümanların sosyal, ekonomik, siyasal ve kültürel
alanlarda mükemmel bir sistem ve düzen kurmalarına yardımcı olabilecektir.
Elbette ki peygamberin söz ve fiillerine sadakat ve itaatin çeşitli dereceleri
vardır. Bazıları farz ve vacip iken, bazıları isti’cap ve istikmal
derecesindedirler. Yani bazılarına uymak şart iken, bazılarına uymak için ağır
şartlar getirilmemiştir. Ama, umumi olarak peygamberin bütün hayatı, ümmeti
için bir model ve örnektir en doğru ve emin yol, bu modele uymaktır. Gerçekten
her kim bu “model”e en çok uymuş ve yaklaşmışsa, o gerçekten mükemmel insan ve
dindar bir müslümandır. Aynı şekilde bu modelden uzaklaşan kişi sapıklık,
ahlâksızlık ve dinsizlik çukuruna yuvarlanır.
Bence, bu son grup doğru yoldadır. Hem Kur’an-ı Kerim, hem
aklımın ışığı altında bu konuyu düşündükçe yukarıdaki grubun haklılığına
inancım giderek güçleniyor.
6.3.5.
Çocukluktan İtibaren Peygamberlerin Terbiyesi İçin Alınan Özel Tedbirler
Kur’ân-ı Kerim’de peygamberler hakkında anlatılan kıssalar?
okuduktan sonra şu gerçeğe vardım ki, Allah rasgele ya da birden bire bir
kişiyi peygamber yapmaz. Allah, bir kişiyi yoldan çevirerek kendi kitabını
göndermeye memur etmez. Rabbimiz, bir kişiyi “part time” ya da geçici
çalıştıran bir patron değildir ki, birini geçici bir süre için elçisi veya
habercisi yapsın. Peygamber kıssalarını karıştırdığımızda, peygamberlik vazife
ve makamının belli bir plân ve düzen içinde verildiğine tanık oluruz. Allah’ın
belli bir kişiyi bir kavimde yaratmasının amacı zaten onu ilerde peygamber
yapmaktır. Bu insan doğuştan itibaren öyle bir terbiye görüyor ki, peygamberlik
için gerekli olan bütün üstün zihnî, ruhi yetenek ve güçleri kazanmış oluyor.
Çocukluk çağında özenli bakılıyor ve yetiştiriliyor. Çocukluktan erginlik çağına
girip olgunlaşıncaya kadar kötülükler ve ahlâksızlıklardan arınmış oluyor.
Çeşitli görünmez kaza ve belâlardan kurtarılıyor. Peygambere peygamberlik
vazifesi verildikten sonra bilgisi, irade gücü, karar verme kabiliyeti ve diğer
meziyetleri de arttırılıyor ve Allah yolunda tam faaliyet gösterecek hale
getiriliyor. Bundan böyle bütün hayatı Allah’a adanmış oluyor. Artık dünyada
insanları hidayete davet etmek, onlara Allah’ın kitabı, emir ve talimatını
iletmek, onları eğitmek, ibadet ve nefisleri ıslah etmekten başka iş
kalmamıştır. Gece, gündüz, otururken, yürürken tek düşüncesi ümmetini doğru yola
getirmektir. O, her zaman “tam gün” mesai yapan insandır, istirahat, izin veya
grev O’nun için düşünülmeyecek kavramlardır. Aslında onun için zaman kavramı
yoktur, O 24 saat görev başındadır. En büyük amir olan Allah (cc.) ve O’nun
denetçileri, peygamberin her ân görevde olduğunu gözetlemektedirler. Bunlar
peygamberin en küçük hala yapmasına imkân bırakmazlar, O’nun kötü yola düşmesini
de önlerler. En ufak bir tereddüt geçirdiği veya hata işlediği ân uyarılabilir
ve tekrar düzeltilebilir.
Burada söylediğim her söz Kur’ân-ı Kerim’e aittir.
Peygamberlerin çocukluklarından itibaren peygamberlik mevkii için
hazırlandıklarına dair Kur’ân’da çeşitli örnekler vardır. Meselâ, Hz. İshak
(a.s.) doğmadan önce, Hazreti İbrahim (a.s.)’e doğumu ve peygamberliği
müjdelenmiş oluyor:
“Biz muhsinleri işle böyle mükâfatlandırırız. O bizim mü’min
kullarımızdandı. O’na Salihlerden bir peygamber olmak üzere İshâk’ı
müjdeledik”. (Saffat; 110-112)
Hz. Yusuf henüz çocuk iken, Allah’ın seçkin kulları arasında yer
alacağı ve İbrahim ile İshak (a.s.) gibi Allah’ın nimetlerine nail olacağı, Hz.
Yakub (a.s.)’a bildiriliyor. Hz. Zekeriya (a.s.), kendisine bir evlât ihsan
edilmesi için Allah’a dua ederken, ona Hz. Yahya (a.s.)’nın doğacağı müjdesi
şöyle veriliyor:
“Zekeriya mihrapta ayaküstü durup bu duayı eylediği sırada melek
O’na, Allah, seni kelimesini tasdik eden, seyyid ve şehevattan kaçınan,
salihlerden bir peygamber olan Yahya ile müjdeler, diye nida elti”. (Al-i İmrân;
39)
Hazreti Meryem’e iyi huylu bir çocuğun doğacağına dair haber
vermek üzere bir melek gönderilip, Hz. Îsa (a.s.)’nın doğum ânı yaklaştığında,
bu çocuğun doğumunun kolaylaştırılması için tedbirler alınır. (Bk: Meryem
sûresi, ikinci rükû). Bu arada, Mukaddes Tuva vadisine çağrılarak kendisiyle
konuşulan İsrailli çobana da dikkat edilmelidir. Bu çoban sıradan çobanlardan
değildi. Bu çoban, Mısır’da Firavun’ları yok etmek ve İsrail oğullarını rezil
hayatlarından kurtarmak amacıyla dünyaya gelmişti. Bu zât henüz bebekken,
kılıçtan geçirilmeden kurtarılmış, bir sepete konup, Nil nehrinin sularına
bırakılmış ve bizzat öldüreceği Firavun’un sarayına götürülmüş, O’nun tatlı
yüzü saraydakileri büyülemiş ve orada dikkat ve itina ile yetiştirilmişti. Bütün
bunları Kur’ân-ı Kerim’de görmek mümkündür.
6.3.6. Olağanüstü
Yetenek ve Güçler
Peygamberler olağanüstü yetenek ve güçlere sahip olurlar.
Karakterleri temiz olur. Öyle bir zihne sahip olurlar ki, doğru yoldan
sapmaları mümkün olamaz. İçgüdüleri ve tabiatları daima iyiye, güzele
yönelmelerine yardımcı olur. Alelâde insanların uzun. zaman uğraştıktan sonra
bile göremedikleri gerçekleri en kısa zamanda görürler. Bir meselenin sonucunu
derhal sezebilirler. Bilgi ve kültürleri, maddi ve gözle görülür yollarla değil
manevî ve vehbî yollarla elde ederler. Hak ile batılı, doğru ile yanlışı derhal
teşhis edebilirler. Tabiat itibarıyla doğru düşünür, doğru hareket ederler.
Meselâ, Hz. Yakub (a.s.)’a bakın. Hz. Yusuf (a.s.)’u rüyasında görür görmez,
O’nu kardeşlerinin yaşatmayacakları hakkında şüpheye düşer. Hz. Yusuf (a.s.)’a
kardeşleri oyun oynamak bahanesiyle evden uzaklaştırırken, Hz. Yakub (a.s.)
onların niyetini çok iyi bilmekte hatta onların ilerde ne gibi bahane
uyduracaklarını da sezmektedir. Daha sonra, Yusuf’un kardeşleri, kanlı
gömleğini getirip babalarına gösterirken de Hz. Yakub oynadıkları oyunun
farkındadır. Aynı şekilde Hz. Yusuf’un kardeşleri Mısır’dan dönüp, Hz. Yakub’a
Yusuf’un kardeşinin hırsızlık yaptığını ve buna delil olarak olayın geçtiği
kasabanın sakinlerinin de bunu bildiklerini söyledikleri zaman Hz. Yakub
onlara, “bunda nefsinizin mutlaka bir hatası vardır” der. Sonra oğullarını
tekrar Mısır’a gönderir ve der ki, “gidin ve Yusuf’un kardeşini bulun.” Yani,
aradan yıllar geçmesine rağmen Hz. Yusuf’un yaşadığına inanmakla ve Mısır’da
olduğunu sezmekledir. Bundan sonra Hz. Yakub’un oğulları, Mısır’dan Hz. Yusuf’un
gömleğini alıp yola çıktıkları zaman, kendilerinden binlerce kilometre uzakta
olmasına rağmen Hz. Yakub, sevgili oğlunun kokusunu alabilmektedir. Bu
örnekten anlaşılacağı gibi, peygamberlerin duyuları, duyguları ve manevî
sezgileri çok kuvvetlidir. Bu durum sadece Hz. Yakub’a mahsus değildir, bütün
peygamberler böyledir. Kur’ân-ı Kerim’de Hz. Yahya (a.s.) ile ilgili şu
kayıtlara rastlıyoruz:
“Ve çocuk iken O’na hikmet (nübüvvet) verdik. Tarafımızdan O’na
kalp yumuşaklığı ve günahlardan temizlik verdik”. (Meryem; 12-13)
Hazreti Îsa (a.s.)’nın ağzından da, henüz beşikte iken şu sözler
söyleniyor:
“Beni nerede olursam mübarek kıldı. Hayatla olduğum müddetçe
bana namazı ve zekâlı emretti. Beni anneme hayırlı ve hürmetkâr kılıp zorba
bir bedbaht yapmadı”. (Meryem; 31-32)
Hazreti Peygamber Efendimiz (a.s.) hakkında ise şunlar söylenir:
“Sen pek büyük bir ahlâk üzerindesin”. (Kalem; 4)
Kur’ân-ı Kerim’deki bu ifadeler, peygamberlerin olağanüstü
yetenek ve güçlere sahip olduklarına açık birer işarettirler. Peygamberlerin bu
gizli yetenek ve güçleri, peygamberlik payesine yükselmelerinden sonra,
büsbütün açığa vurulur. Kur’ân-ı Kerim’de bu meziyet, kabiliyet ve kuvvetler
“ilim”, “hüküm”, “hidayet” ve “beyyine” gibi kelimelerle ifade edilmiştir.
Hazreti Nuh (a.s.) ümmetine şöyle der:
“Allah’tan gelen vahiyle sizin bilmediğinizi biliyorum”. (Araf;
62)
Hz. İbrahim (a.s.)’e yerde ve gökteki eşya ve nimetler
tanıtılıyor (En’âm: 75) ve bu gezintiden bilgi ve inanç hazinesiyle döndüğü
zaman babasına şöyle diyor:
“Ey babam, bana, sana gelmeyen bir ilim gelmiştir. O halde, bana
uy ki, seni doğru yola hidayet edeyim”. (Meryem; 43)
Hz. Yakub (a.s) hakkında şöyle denmiştir:
“Şüphesiz kendisine öğrettiğimiz ilmin sahibi idi. Lâkin
insanların çoğu bunu bilmezler”. (Yusuf; 68)
Hz. Yusuf (a.s.) hakkında da şunlar söylenmiştir:
“Yusuf, erginlik çağına girince O’na hikmet ve ilim verdik”. (Kasas
14)
Hz. Lût hakkında yine aynı şey söylenmiştir:
“Aynı ilim ve hikmet Hz. Lût (a.s.)’a da verilmiştir”. (Enbiya;
74)
Ve bu olağanüstü ilim ve hikmete Hazreti Muhammed (a.s.) da nail
oldu:
“Allah sana Kitab’ı ve hikmeti indirdi ve bilmediğin şeyleri
öğretti”. (Nisa; 113)
” De ki: ‘Ben Rabbim’den apaçık beyyine üzereyim”. (En’am; 57)
“De ki, ‘Bu benim yolumdur. Ben Allah’a bir basiret üzere dâvet
ediyorum. Ben ve bana tabi olanlar (böyleyiz).” (Yusuf; 108)
Allah tarafından ihsan edilen bu ilim ve hikmet yüzünden,
peygamberler ile diğer İnsanlar arasındaki fark, gözleri görenler ile gözleri
kör olanlar kadar büyümüş olur:
“Ancak bana vahyolunan şeye tabi olurum. De ki: ‘Görmeyenle
gören bir olur mu? Hiç düşünmüyor musunuz?”. (En’am; 50)
Yukarıdaki ayetlerde bahsedilen şey sadece Kitabullah değildir.
Bu ilâhî bir nurdur ve peygamberlerin kalbini aydınlatmaktadır. Bu sebeple
bundan ayrıca bahsedilmiştir ve peygamberlerin müstesna bir vasfı olarak
gösterilmiştir. Bu nur ve ışık sayesinde peygamberler her şeyi görebiliyor, her
şeyin farkına varabiliyorlar. Ulema bu ilâhî ışığa “gizli vahiy” adını
vermişlerdir.
6.3.7. Allah’ın
Müşahedesi ve Himayesi
Kur’ân-ı Kerim, Allahu Teâlâ’nın peygamberlere olağanüstü ilim,
hikmet ve irade gücü vermesinin yanı sıra onları her an güzelim altında
tuttuğunu, hata yapmalarını önlediğini, kötü yola sapmalarına izin vermediğini
ifade eder. Cenabı Hak, isler insani sebeplerden, ister şeytani vesveselerden
olsun, peygamberlerin yanlışlık yapmalarına mani olur. Bir peygamber insani
zaaflara düşerek içtihat veya karar verme konusunda dahi herhangi bir yanlışlık
yaparsa, Yüce Allah onun kararını derhal düzeltir. Meselâ, Hz. Yusuf (a.s.)’un
hikâyesine bakalım. Hz. Yusuf, Mısır hâkiminin karısının cazibesine kapılıp
oyuna gelmek üzere iken, Allah’ın “bürhân”ı veya işareti üzerine hatasından
kurtuluverdi.
“Kadın Yusuf’a niyeti kurmuştu. O da kadına niyetlenmişti. Eğer
Yusuf Rabbinin burhanını görmeseydi (olan olurdu). Bu şekilde O’ndan fenalığı
ve fuhşu çevirdik. Çünkü, O, bizim muhlis kullarımızdandı”. (Yusuf; 24)
Hazreti Musa ile Hz. Harun (a.s.)’a, Firavun’a gitme emri
verildiği zaman, Firavun’un kendilerine kötülük yapabileceğinden korktular.
Bunun üzerine Cenab-ı Allah onlara dedi ki, “hiç korkmayın, ben sizinle
beraberim ve her şeyi görür ve işitirim”. (Tâhâ; 45-46).Yani Hz. Musa ile Hz.
Harun insani zaaf yüzünden kuşkulanıyor, korkuyorlardı. Ama, Cenab-ı Allah bir
vahiy ile bu korkuyu giderdi.
Hz. Nuh (a.s.) oğlunun boğulduğunu görürken bağırıverdi:
“Allah’ım, bu benim oğlumdur”. Bu bir insani zaaftı. Allah kendisine hemen vahiy
gönderip, oğlunun elbette O’nun kanını taşıdığını, ancak kötü huylu ve kötü
karakterli olduğu için O’nunla hiç ilgisi bulunmadığını önemle belirtti. Beşeri
zaaf ve baba sevgisi, bir peygamberin, hak konusunda baba-oğul ilişkisinin hiç
önemli olmadığı gerçeğini bir ân için görmesini önlemişti. Ama Yüce Allah,
gözündeki bu perdeyi çekip gerçeği tekrar görmesini sağladı.
Hz. Muhammed (a.s.)’in başından da buna benzer olaylar
geçmiştir. Hz. Peygamber (a.s.) merhametli şahsiyeti, kâfirleri en kısa zamanda
müslüman yapma düşüncesi, kâfirlerin gönlünü alma fikri, insanların kendisine
yaptığı iyi işlerin bedelini ödeme heyecanı ve münafıkların hareketlerini ıslah
etme niyetiyle herhangi bir karar vermekte hata edince, Allah vahiy ile bunu
düzeltmiştir. Meselâ şu ayetlere bakın:
“Kendisine o âmâ geldi diye. Ne bilirsin? Belki o
temizlenecekti.”. (Abese; 2-3)
“Hiçbir peygamberin yeryüzünde zaferler kazanıncaya kadar
esirler alması vaki olmamıştır” (Enfâl; 67)
“Onlar için istiğfar etsen de etmesen de, bir eğer onlar lehinde
yetmiş kerre istiğfar ey les en de Allah onları mağfiret etmez”. (Tevbe; 80)
“Onlardan ölen bir kimse üzerine katiyyen namaz kılma”. (Tevbe;
84)
“Ey peygamber, zevcelerinin rızasını kazanmak için, Allah’ın
sana helâl kıldığı şeyleri niçin kendine haram ediyorsun?” (Tahrim; 1)
Bazı kimseler, bu ayetleri, Hz. Peygamber (a.s.)’in hata yaptığı
ve kendisinin masum olmadığını göstermek için birer delil olarak kullanırlar.
Özellikle, “Ehl-i Kur’ân” olarak bilinen mezhebe mensup olanlar ve hadisleri
tanımayanlar, bu işi daha bir zevkle yaparlar. Fakat bu beyler önemli bir
gerçeği görmezlikten geliyorlar. Aslında diğer hadis ve ayetlerden daha çok bu
ayetler, Sevgili Peygamberimiz (a.s.)’in üstün bir insan ve Allah’ın inkâr
edilmez rasûlü olduğunu gösteriyor. Zira, bu ayetler, Allah’ın, peygamberleri ve
özellikle Hz. Muhammed (a.s.)” kötülükler ve yanlışlıklardan korumak amacıyla
fevkalâde tedbirler aldığını ispatlıyor. Yani, Hz. Peygamber (a.s.)’in herhangi
bir hatasına göz yumulmamış ve derhal düzeltilmiştir. O halde, bu ufak tefek
hata ve yanlışlıkları bahane ederek Hz. Peygamber (a.s.)’ı ve O’nun sözleriyle
fiillerini inkâr etmek düpedüz dalâlettir. Bu hususta Kur’ân-ı Kerim’de çeşitli
işaretler bulunmaktadır:
“Eğer Allah’ın fazlı ve rahmeti senin üzerine olmasaydı,
onlardan bir grup, seni de saptırmak için tasarı kurmuştu. Oysa onlar, ancak
kendi nefislerini saptırırlar ve sana hiçbir şeyden zarar veremezler. Allah,
sana Kitabı ve hikmeti indirdi ve sana bilmediklerini öğretti Allah ‘ın
üzerindeki fazlı (lütuf ve ihsan) çok büyüktür”. (Nisa; 113)
“Az daha onlar, seni, sana vahyettiğimizden ayırarak, ondan
başkasını bize iftira etmen için fitneye düşüreceklerdi.”
“Eğer biz seni sağlamlaştırmamış olsaydık, onlara bir parça
meyledecektin”. (İsra; 73-74)
“Biz senden evvel hiçbir Rasûl veya Nebi göndermedik ki, o bir
şey temenni ettiği zaman Şeytan onun arzusuna fitne karıştırmış olmasın. Allah,
Şeytan’ın ilkâ ettiği fitneyi bozar. Sonra da kendi ayetlerini tahkim eyler”. (Hacc;
52)
Gördüğünüz gibi, Cenab-ı Allah, peygamberlerin hatalarını
düzeltmeyi ve onların bazı yanlış karar ve hareketlerini ıslah etmeyi bir
gelenek haline getirmiştir. Allah, peygamberlerin ister şahsî ister içtimaî
olsun, her konudaki hatalarını ânında düzeltmektedir. Bu prensip kabul edildiği
takdirde peygamberlerin Allah’ın müdahale etmediği veya düzeltmediği karar ve
işlerinin Allah’ın koyduğu kaide ve kurallarına uygun olduğu ve hatta Allah’ın
onayından geçtiği de kabul edilmelidir.
Buraya kadar anlattığımızı özetlersek, peygamberler sıradan
İnsanlar değildir. Peygamberliğe yükseltilen kişiler özel bir şekilde
yetiştirilir, bir takım olağanüstü bilgi, yetenek ve güce kavuşturulur ve
peygamberlik makamıyla şereflendirildiği zaman mükemmel bir insan durumunda
olur. Bir kişi yoldan çevrilip peygamber yapılmaz. Her ne kadar bazı
peygamberlerin, resmen peygamberliğe getirilmesi kendileri için beklenmez ve
şaşırtıcı olay gibi görünürse de, kendilerinin bu işe uzun zamandan beri, hatta
doğduklarından itibaren hazırlandıkları anlaşılır. Bu bakımdan, bir peygamberin
görevinin sadece Allah’ın vahyini veya kitabını getirip inzivaya çekilmekten
ibaret olduğunu düşünen İnsanlar yanlış yoldadır. Yazımızın başında
bahsettiğimiz ilk grubun durumu budur. Peygamberlik kavramını iyi bilen bir
kişi, ikinci grubun da hatalı olduğu kanısına varır. Bilindiği gibi, bu grup
sıradan İnsanlar ile peygamber arasındaki farkın, sadece Allah’ın kitabını
getirip bunun ayrıntılarını insanlara anlatması ve bir hükümdar, hâkim, kadı,
lider veya idareci olarak tesadüfen işgal ettiği görevlerde bulunduğu müddetçe
bu yetkilerini kullanması olduğunu ileri sürer. Aynı şekilde üçüncü grubun,
peygamberlerin insanî ve peygamberlik hüviyetleri arasında kesin bir ayırım
yapması da doğru değildir. Bir peygamberin bazı söz ve hareketlerinden bir
kısmını canımız isteyince alıp, bir kısmını da canımız isteyince atmak mümkün
değildir. Bir peygamberin hayatı bir bütündür ve sözleri ile fiilleri ya
tamamıyla kabul, ya da tamamıyla reddedilmelidir.
6.3.9. Peygamber
Mükemmel Bir İnsandır
Kur’ân-ı Kerim’in ışığında peygamberlik mevkii ve makamı
incelendiğinde yukarıdaki üç görüşün de yanlış olduğu ortaya çıkar. Kur’ân-ı
Kerim bir kişinin aniden veya hiç hesapta yokken peygamber olmadığına işaret
eder. Bir peygamber çekirdekten yetişir ve doğmasının sebebi de ilerde
peygamberliği üstlenmesidir. Gerçi peygamber de bir insandır ve insanların bazı
tabii zaaflarını taşır, ama bu zaaf ve sınırlara rağmen o mükemmel bir kişidir.
Bir insanın sahip olabileceği bedenî, zihnî, psikolojik ve ruhî yetenek ve
güçlerin en iyisine sahip olur. Kişiliği, denge ve itidalin bir simgesi olur.
Zekâsı ve hayal gücü o kadar kuvvetlidir ki, ânında bir meselenin gereğine vakıf
olur. Huyu ve karakteri öylesine temiz olur ki, herhangi bir dış etken, vaaz,
telkin veya eğitim olmaksızın şehvani düşünce, fiil, sapıklık ve ahlâksızlıktan
kaçınır. Öyle bir sağduyuya sahip olur ki, doğru ile yanlışı,1ıak ile batılı
ayırt edebilir ve ilahî hidâyeti buluverir. Kendi ölçülü düşünce ve kararıyla
Allah’ın hoşlandığı şeyleri yapar, hoşlanmadığı şeylerden kaçınır. İşte tekâmül
etmiş, mükemmelleşmiş insanlık budur. Peygamber bu sıfatıyla Allah’ın gerçek
bir halifesidir. Hidâyet nuru ve peygamberlik şerefiyle cilalanan, yoğrulan ve
pekişen insanî vasıflar, peygamberi her tarafa ışık saçan bir kandil ve parlayan
bir yıldız haline getirir. Sözün kısası, peygamberlik geçici bir ünvan ve vazife
değildir. Bu, bir insanın tabiatında vardır. Peygamberlik dünyevi ünvan ve
makamlar gibi bir şey değildir. Yani bir peygamber, valilik veya kaymakamlığa
yapılan atama gibi peygamberliğe atanmaz. Peygamberlik doğuştan varolan, Allah
vergisi bir şeydir. Bu bakımdan, bir nebi veya peygamberin şahsî yanı da
aslında peygamberlik yanıdır. Aradaki fark bir peygamberin resmen peygamberliğe
getirildikten sonra bütün meziyet ve selâhiyetlerinin kuvveden fiile çıkmasıdır.
6.3.10. Konumuzla
İlgili Bazı Ayetler
Yukarıdaki açıklamadan sonra, peygamberin insanlık ve
peygamberlik halleriyle ilgili Kur’ân-ı Kerim’de Allah’ın ne dediğini aşağıda
belirtmeyi uygun buluyoruz. Bu ayetler sanırız konumuza daha da açıklık
getirecektir:
1. “Allah size bildirecek değildir. Fakat peygamberlerinden
dilediğini gayba muttaki kılar. Allah ve Rasûlüne iman edin”. (Al-i İmran; 179)
2. “Biz gönderdiğimiz peygamberi Allah’ın izni ile itaat olunsun
diye gönderdik”. (Nisâ; 64)
3. “Kim Rasûl’e itaat etmişse Allah’a itaat etmiştir”. (Nisâ;
80)
4. “Battığı zaman yıldıza andolsun ki, Sahibiniz (Hz. Peygamber)
ne dalâlete düştü ve ne de azdı. O, hevasından söylemez. O, kendisine (Allah
tarafından) vahyolunan bir vahiydir”. (Necm; 1 -4)
5. “Ancak bana vahyolunan şeye tabi olurum”. (En’âm; 50)
6. “Sizin için Allah’ın Rasûlü’nde güzel bir numune vardır”. (Ahzab;
21)
7. “De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyunuz ki, Allah da
sizi sevsin”. (Al-i İmrân; 31)
8. “Aralarında hükmetmesi için Allah ve Rasûlüne davet
olunduklarında mü’minler: ‘işittik ve itaat ettik’ derler. Muradına erenler
işle onlardır… De ki, Allah’a itaat edin ve peygambere itaat edin. Eğer
itaatten yüz çevirirseniz, O’na düşen vazife tebliğdir. Sizin üstünüze düşen de
size yükletilendir, (itaattir). Eğer ona (peygambere) itaat ederseniz doğru
yolu bulursunuz”. (Nûr; 51 -54)
9. “Hayır öyle değil; Rabbi’ne andolsun, aralarında çekiştikleri
şeylerde seni hakem kılıp sonra senin verdiğin hükme, içlerinde hiçbir sıkıntı
duymaksızın tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça, iman etmiş olmazlar”. (Nisâ;
65
10. “Allah ve Rasûlü bir işe hüküm verdiği zaman, mü’min bir
erkekle mü’min bir kadın için, kendi işlerinde muhayyerlik hakları yoktur.
Allah ve Rasulüne âsi olan muhakkak açık bir sapıklık etmiş olur”. (Ahzâb; 36).
Bu ayetleri dikkatle okuduğunuz zaman bütün gerçekleri kendi
gözünüzle görmüş olacaksınız:
Birinci ayette peygamber ile diğer sıradan İnsanlar arasındaki
fark üzerinde durulmuştur. Bu ayette peygambere iman etme ihtiyacına işaret
edilmiştir. Allahu Teâlâ’nın belli bir kuralı vardır; gaybın ilmini ve
bilgisini herkese tek tek iletmez. Tersine, gaipten haber ve bilgiyi belirli
bir kuluna verir. Onun için İnsanlar bu kula iman etmelidir.[1]
6.3.11.
Peygambere Mutlak İtaat İçin Verilen Emir
İkinci ayette, peygambere sadece iman etmenin yetmediği
belirtilmiştir. Yani, bir peygamberi Allah’ın Rasûlü olarak tanıdıktan sonra,
ona itaat etmek de aynı derecede önemlidir. İtaat ile ilgili emir sadece bu
ayette değil, diğer ayetlerde de kat’i ve kesindir. Bu hususla herhangi bir
istisna veya sınırlama getirilmemiştir. Yani kimse, peygambere şu meselede
itaat edilmesi, şu meselede itaat edilmemesi gerektiğini ileri süremez. Kur’ân-ı
Kerim’e göre, Hz. peygamber (as.) ve diğer peygamberler birer hükümdar gibidir.
Bu hükümdarın verdiği her emir yerine getirilmelidir. Eğer bir istisna veya
sınırlama söz konusuysa bunu ancak peygamber yapabilir, ya da Cenab-ı Allah.
Yani, Peygamber istediği emir veya kanunları yürürlükten kaldırabilir ve
kendisine tabi olanlara söz ve hareket serbestisi verebilir. Ama, mü’minler
hiçbir zaman peygamberin söz, emir ve yetkilerini sınırlandıramazlar. Çünkü
kendileri tamamıyla peygambere tabi ve onun emir kuludurlar. Onlar için emirlere
uymak ve teslimiyetten başka çare yoktur. Mü’minler, peygamberin sadece din ve
maneviyatla ilgili emirlerine uymakla mükellef değildirler; aksine, ziraat,
ticaret ve eğilim gibi çok değişik konularda bile verdiği emre itaate
mecburdurlar. Hiçbir konuda itiraz hakları yoktur.
6.3.12.
Peygambere İtaat, Alelâde Bir İnsana İtaat Değildir
Peygambere kayıtsız-şartsız itaat emri verildikten sonra
sanırız, bir peygambere itaatin alelâde bir insana itaat gibi olmadığını
anlatmamıza gerek yoktur. Zaten, kâfirlerin en çok yakındıkları nokta buydu.
Kâfirler, peygamber için, “Yahu, bu sizin gibi bir insan değil midir?” derlerdi.
Bazen da şöyle derlerdi: “Yahu, bu sizin gibi bir insandan başka bir şey
değildir. Sonra da kalkıyor, sizden daha üstün olduğunu söylemek isliyor.”
Ayrıca şunu da söylüyorlardı: “Eğer siz kendiniz gibi bir insana itaat
ederseniz hüsrana uğrayacaksınız”. Ama bu cahil kimseler, peygamberin
emirlerinin aslında Allah’ın emirleri olduğunu bilmiyorlardı. Çünkü peygamber
ne diyorsa, Allah’ın emri üzerine diyor ve ne yapıyorsa, Allah’ın emrine göre
yapıyordu. Kendi nefsi için ve kendi şahsi menfaati için herhangi bir söz
söylemiyor, herhangi bir harekette bulunmuyordu. Bu bakımdan, peygambere itaatle
herhangi bir yanlışlığın olmadığı peşinen ve kesin olarak bilinmelidir.
6.3.13.
Peygamberin Hidâyeti İçin Gönderilen Vahyin Türleri
Bu konuya üçüncü, dördüncü ve beşinci ayetlerde değinilmiştir.
Dördüncü ve beşinci ayette bahsedilen vahiyden Kitabullah’ın kastedildiği öne
sürülüyor. Bazı kimseler, peygambere Kitabullah’tan başka bir vahiy gelmediğine
inanıyorlar. Ama bu yanlış bir fikirdir. Kur’ân-ı Kerim şahittir ki,
peygamberlere sadece kitap vahyedilmezdi, aksine onların hidâyeti için Allah
değişik zamanlarda çeşitli vahiyler gönderirdi. Bu vahiyler sayesinde,
peygamberler doğru kararı verir, doğru yolu bulurlardı. Bu vahiylerle hataları
düzeltilir, onların korunması veya başarılı olması için tedbirler alınırdı. Bu
hususla çeşitli misaller verilebilir. Hz. Nuh (a.s.) bu vahiyler sayesinde
büyük bir tufanın geleceğini, bunun için hazırlıklı olması gerekliğini, öğrenmiş
ve dolayısıyla, gemisini inşa etmişti. Hz. İbrahim (a.s.), yerde ve gökte
gezdirildi ve meleklerle tanıştırıldı. Kendisine ölülerin nasıl dirildiği
gösterildi. Hz. Yusuf (a.s.)’a rüyaların tabiri hakkında bilgi verildi. Hz. Musa
(a.s.) ile Tûr dağında konuşuldu. Kendisine, elinde ne olduğu soruldu. O da
cevap verdi, “bu benim âsamdır”. Hz. Musa ayrıca, asasını koyun ve keçileri
gütmek için kullandığını belirtti. Emredildi, “bunu yere at”. Yere atılan asa
ejderha haline gelince, Hz. Musa korkup geriye çekildi. Bunun üzerine Allah dedi
ki: “Ya Musa, korkma, ona yaklaş, sen emniyettesin”. Daha sonra şu emri verdi:
“Firavun’a git, o tuğyan etmiştir”. Hz. Musa, kendisine yardımcı olması için Hz.
Harun’u istedi ve bu işleği kabul edildi. Ancak iki kardeş Firavun’a gitmekten
çekindikleri için, kendilerine şöyle dendi: “Korkmayın, Ben sizinle beraberim.
Ben işitir ve görürüm”. Firavun’un sarayında Hz. Musa (a.s.) sihirbazların
sihirle yaptıkları yılanları görüp korkunca gene kendisine vahiy geldi: “Korkma,
(sonunda sen kazanacaksın)”. Firavun’a ak ile kara anlatıldıktan sonra, Hz.
Musa’ya emredildi, “kullarımı alıp gece vakti yola koyul, sizi takip edecekler”.
Denize varınca yine bir vahiy geldi: “Asanı suya vur”. Bu vahiylerin kitap
şeklinde Hz. Musa’ya indiği ve kitlelere yol gösterme amacını taşıdığı iddia
edilebilir mi? Diğer peygamberlere gelen vahiylerin durumu da aynıdır. Bu
vahiyler, Cenab-ı Allah’ın sık sık peygamberlerle kelâm ettiği ve bu kelâmın,
ikaz, tenbih, şahsi tavsiye ve nasihat mahiyetinde olduğu bilinmelidir. Bu
vahiy, şekil ve muhteva bakımından insanların hidâyeti için, kitaba dahil
edilmek ve ilâhi bir yasa haline getirilmek üzere gönderilen vahiylerden hayli
değişiktir.
6.3.14. Hz.
Peygamber (a.s.)’e Gelen Benzeri Vahiyler
Benzeri vahiyler Hazreti Peygamber’e de gelirdi. Kur’ân-ı
Kerim’de buna dair çeşitli işaretler vardır. Örneğin, Rasûlullah önce Kudüs’ün
müslümanların kıblesi olduğunu söylemişti. Bununla ilgili herhangi bir ilâhi
emir gelmedi. Ama bu kıble iptal edilip Kâbe kıble olunca, Allah’tan şöyle bir
emir geldi:
İnsanlardan bir takım beyinsizler: ‘Onları daha önce üzerinde
bulundukları kıblelerinden çeviren nedir?’ diyecekler. De ki: ‘Doğu da
Allah’ındır, batı da. Dilediğini dosdoğru yola yöneltip iletir”. (Bakara; 142)
“Senin üzerinde bulunduğun kıbleyi, Peygamber’e tabi olan ile
arkasını döneni ayıralım diye yaptık” . (Bakara; 143)
Bu demektir ki, daha önce kıblenin Kudüs olması kararı Allah’ın
vahyi ve emriyle alınmıştı.
Uhud savaşı sırasında, Hz. Peygamber (a.s.) müslümanlara yardım
için Allah’ın meleklerinin geleceğini söylemişti. Daha sonra, Allah Teâlâ, Hz.
Peygamber(a.s.) ‘in bu açıklamasından Kur’ân-ı Kerim’de şöyle bahsetti:
” Allah bu yardımı, âncak size müjde olmak ve kalbinizde itminan
(yatışma) hâsıl etmek için yaptı”. (Al-i İmran; 126)
Demek ki, bu yardım vaadi Allah tarafından yapılmıştı.
Uhud savaşından sonra, Hz. Peygamber (a.s.) müslümanları ikinci
bir Bedir savaş ı için Medine’nin dışına çıkmaya çağırdı. Hz. Peygamber
(a.s.)’in bu çağrısı Kur’ân-ı Kerim’de hiçbir yerde yer almıyor. Ama Allahu
Teâlâ bu çağrının da kendisinden geldiğini sonradan tasdik etli:
“Kendilerine yara, elem ve bozgunluk isabet ellikten sonra yine
Allah ve peygamberin davetine uyanlar için pek büyük mükâfat vardır” (Al-i İmran;
172)
Bedir savaşı sırasında, Hz. Muhammed (a.s.)’in Medine’den
çıkmasından Kur’unda şöyle bahsedilmiştir:
“Rabbin seni evinden hak uğrunda çıkardığında mü’minlerden bir
grup isteksizdi.” (Enfal; 5)
Evden çıkma emri Kurban’da yer almamıştır. Ama daha sonra,
Allah, evden bu çıkışın kendi emriyle olduğunu beyân etmiştir. Daha sonra,
savaşın en şiddetli anında, Allah’ın rasûlü bir rüya gördü:
“Şunu da hatırla ki, Allah onları sana uykuda (rüyada) az
gösterdi” (Enfâl; 43)
Münafıklar, Rasûlullah (a.s.)’ın ganimet dağıtımından hiç
hoşlanmamışlardı. Yüce Allah, bu dağıtımın bizzat kendi emriyle yapıldığını
duyurmak suretiyle ağızlarını kapatıverdi:
“Eğer onlar, Allah ve Resûlünün verdiğine razı olsalar”. (Tevbe;
59)
Hudeybiye Anlaşması imzalanırken sahabenin hemen hemen hepsi
buna karşıydılar. Anlaşmanın şartları hoşlarına gitmemişti. Fakat Rasûlullah
(a.s.) anlaşmayı kabul etti. Rasûlullah (a.s.)’ın bu hareketi daha sonra Allah
tarafından tasdik edildi:
“Biz sana âşikâr bir fetih verdik”. (Fetih; 1)
6.3.15.
Yukarıdaki Ayetlerden Çıkan Sonuçlar
Yukarıdaki ayetlerin benzerlerini bulmak kolaydır. Fakat burada
anlatmak istediğimiz, peygamberler ile Allah arasındaki ilişkinin geçici
olmadığıdır. Yani Allah ile Hz. Rasûl (a.s.) arasındaki ilişki, sadece Hz.
Rasûl (a.s.)’ın bir ilâhi mesaj taşıdığı veya ilettiği sürece devam etmez. Bu
ilişki sürekli ve kalıcıdır. Allahu Teâlâ her zaman vahiyle peygamberlerine yol
gösterir, hatalarını düzeltir. Necm suresinin ilk ayetlerinde işte bu hususa
işaret edilmiştir. Bu bolümün başında arz ettiğini gibi, Kur’ân-ı Kerim’de
peygamberlerin her zaman Allah’ın özel gözetimi altında oldukları açıkça ifade
edilmiştir. Kur’ân-ı Kerim’de Hazreti Peygamber (a.s.) ile diğer peygamberlerin
hatalarının düzeltilmesi ve Allah tarafından kendilerinin ikaz edilmesi ve
ıslah edilmesinin anlatılmasındaki amaç, peygamberlere güvensizlik belirtmek
değildir. Bu kıssa ve ifadelerden, peygamberlerin de bizim gibi hatalı İnsanlar
olduğunu çıkarmak yanlıştır. Bu bakımdan onlardan yüz çevirmek, onların söz ve
hareketlerine uymamak da yanlış bir davranış olur. Aslında peygamberler her
zaman iyiyi ve doğruyu yapmakla mükelleftirler ve en küçük hataları bile anında
düzeltildiği için sözlerine ve hareketlerine güvenmemek doğru değildir. Aslında
Allahu Teâlâ peygamberler konusunda fazlasıyla hassas davranır ve en küçük
hatalarını bile affetmez. Nitekim, Kur’ân-ı Kerim’de, Hazreti Peygamber
(a.s.)’in diğer insanların hayatında belki de hiç önem taşımayan konularda
uyarıldığını görürüz. Örneğin, bir insanın bal yiyip yememesi, bir köre dikkat
edip etmemesi veya onun itirazından hoşlanmaması ya da biri için mağfiret
dilemesi… Bunların önemli bir konu olduğu söylenebilir mi? Ama, bu gibi normal
bir bakışla önemsiz sayılabilecek olaylarda Allah, peygamberlerin kendi veya
başkalarının fikrine göre hareket etmelerini yasaklamıştır. Aynı şekilde bazı
kimseleri savaşa katılmaktan müstesna bırakması, veya bazı savaş esirlerini
fidye alıp serbest bırakması, bir hükümdar veya komutanın işlevleri arasında
çok küçük bir yer tutar. Ne var ki, bir peygamberin hayatında bunlar öylesine
önemli bir konu haline gelir ki, kendisi açık bir vahiy ile ikaz edilir. Neden?
Çünkü, peygamber alelade bir hükümdar veya komutan değildir. O, kendi fikrini
üstün kılmaya, kendi düşündüğü gibi hareket etmeye selahiyetli değildir. Bir
peygamber, peygamberlik makamında bulunduğu için verdiği kararın Allah’ın
rızasına uygun olması gerekir. Bir peygamber gizli vahyi iyice anlamayıp,
Allah’ın rızasına aykırı en ufak bir harekette bulunur bulunmaz derhal açık bir
vahiyle ikaz ve ıslah edilir.
Peygamberlerin bu özel vaziyetine Allahu Teâlâ’nın özenle
eğilmesi, onların daima dürüst davranmalarına, her zaman doğru hareket
etmelerine tam güvenmemizi sağlamak amacını taşımaktadır. Böylece biz
peygamberlerin her zaman doğru söz söylediklerine, her zaman kötülüklerden
kaçındıklarına inanmalıyız. Peygamberlerin daima Allah’ın gösterdiği çizgide
olduklarını bilmeliyiz. Peygamberlerin hayatının, İslâmî siretin mükemmel ve
üstün bir numunesi olduğuna inanmalıyız. Cenab-ı Hak bu olgun ve üstün örneği,
Allah’ın en sevgili kulu olmak isteyenlerin takip etmesi için yaratmıştır. Bu
ilâhi gaye ve hedef, yukarıda kaydettiğimiz 6. ve 7. ayetlerde açıkça ifade
edilmiştir. Altıncı ayette peygamberlerin, İnsanlar için “güzel bir örnek”
olduğu belirtilmiş, yedinci ayette ise Allah tarafından sevilmenin yolunun
Rasûlullah’a itaatten geçtiği ifade edilmiştir.
6.3.16. Hz.
Peygamber (a.s.)’in Bütün Hayatı “Güzel Bir Örnek”dir
Diğer peygamberler gibi Hz. Peygamber (a.s.)’in de bütün hayatı
müslümanlar için güzel bir örnektir. Hz. Peygamber (a.s.)’in hayatını örnek
almamızda en ufak bir istisna, kısıtlama veya sınırlama yoktur. Bütün hayatı
mutlaka takip edilmesi gereken bir örnektir. Kur’ân-ı Kerim bunu emretmektedir.
Hadislerin telkinleri de bu yöndedir. Demek ki, Hz. Peygamber (a.s.)’i kim ne
kadar çok sever, Ona kim ne kadar çok itaat eder, O’nun örneğine uyarsa, Allah
katında o kadar makbuldür.
Hz. Muhammed Mustafa (a.s.)’nın bütün hayatını müslümanlar için
örnek alınması gerekliğini belirtirken, tabiatıyla bazı istisnaların olduğunu
da unutmayalım. Hz. Peygamber (a.s.)’in hayatını örnek alırken bazı istisnalar
olduğunu inkâr etmeyelim. Ama bu istisnaların mahiyeti nedir? Bunlar
hangileridir? İşte bunları bilmek zorundayız. Rasûlullah (a.s.)’ın hayatının
örnek alınması gerekliğini söylerken, hayatının her safhasında her an ve her
zaman ne yapmışsa, nasıl yapmışsa onu aynen taklit etmemiz gerektiğini
kastetmiyoruz. Rasûlullah (a.s.)’ın hayatına tıpa tip uymak ve hatta aslı ile
kopyası arasında herhangi bir fark bırakmamak amacımız olmamalıdır. Zaten Kur’ân-ı
Kerim de böyle bir kopya çekilmesini emretmiyor. Kur’ân-ı Kerim bu hususta bir
genelleme yapmıştır ve Hz. Peygamber (a.s.)’in hayatını genel hatlarıyla örnek
almamızı istemiştir. Bu hususta, Hazreti Peygamber (a.s.) ile sahabelerin söz ve
hareketleri de bizim için yol gösterici nitelik taşımaktadır. Burada
ayrıntılara girmeye gerek yoktur. Ancak kısaca belirtmek istersek, diyebiliriz
ki; İslâm dininde farz, vacip ve sünnet olarak bilinen konularda Hz. Muhammed
(a.s.)’in söz, vaat, telkin, ikaz ve fiillerine tıpa tip uyulmalıdır. Örneğin,
namaz, oruç, hacc, zekât gibi konularda en ufak bir itiraz veya istisnaya yer
yoktur. Ama İslâmî yaşantıyla ilgili genel öğretileri; mesela medeni, kültürel,
ekonomik, sosyal ve siyasal konuların ayrıntıları konusunda bazı istisnalar
vardır. Bu gibi meselelerde Hz. Muhammed (a.s.), ahlâk, hikmet ve dürüstlük ile
ilgili belli başlı kurallar meydana getirmiştir. Bir de çeşitli söz ve
hareketleriyle, bu hususla bize seçenekler bırakmıştır. Bunlardan akıl ve mantık
ile İslâmiyet’in ruhuna en uygun olanlara uyma hürriyetimiz vardır. Böylece,
iyi niyetle Hz. Muhammed (a.s.)’in hayatını örnek almak isteyen biri için hangi
konularda kendisine tam itaat etmesi ve hangi konularda kısmen ya da akıl ve
mantık kuralları çerçevesinde uyması gerektiğini öğrenmek hiç de zor değildir.
Fakat bazı ard niyetli ve bilgisiz kimseler bu hususta tutarsız
sorular sorarlar. Derler ki, Hz. Peygamber (a.s.)’in dili Arapça idi, o halde
biz de mi Arapça konuşalım? Hz. Muhammed (a.s.) Arap kadınlarıyla evlenmişti,
biz de Arap kadınlarıyla mı evlenelim? Hz. Muhammed (a.s.) kendisine mahsus bir
kıyafet giyerdi, biz de mi aynı kıyafeti giyelim? Kendisinin yiyecekleri,
içecekleri başka idi, biz de mi o şeylerden yiyelim, içelim? Hz. Muhammed
(a.s.)’in toplumsal yaşantısı başka türlüydü, biz de mi aynı şekilde yaşayalım?
Keşke bu İnsanlar önemli olanın, Hz. Muhammed (a.s.)’in konuştuğu dil değil,
onun muhtevası ve üslûbu olduğunu bilseler, önemli olan, Arap veya başka bir
milletten olan kadın ile evlenmek değil, o kadına yaptığımız muamele, haklarını
ödemek, onun üzerine olan şer’i selâhiyetleri, doğru şekilde kullanmaktır.
Aslında Hazreti Peygamber (a.s.)’in, mübarek zevcelerine yaptığı güzel muamele
her müslümanın aile hayatı için birer örnek olmalıdır. Sonra, Hz. Muhammed
(a.s.)’in giydiği kıyafetin bütün müslüman erkekler için mecburi kılındığını
iddia eden kimdir? Yediği yemekler de müslümanlar için zorunlu hale
getirilmemiştir. Asıl dikkate değer olan şey, giyimde kuşamda Hazreti Peygamber
(a.s.)’in riayet ettiği sınır ve kurallardır. Yiyecek, içecek konusunda da
önemli olan getirdiği adab, kaide ve kurallardır. Kur’ân-ı Kerim’de iyi ve kötü
şeyler arasındaki fark genel hatlarıyla belirtilmiştir. Kur’ân’ın ifadelerinden
hangi konularda peygamberlere itaat edilmesinin faydalı olduğu, hangi konularda
itaat edilmesinin gerekli olmadığını anlamak mümkündür. Aslında Hazreti
Peygamber (a.s.)’in özel ve görevi ile ilgili yaşantısı açık bir kitaptır ve
bunu incelemek ve örnek almak hiç de zor değildir. Rasûlullah’ın bütün hayatı
doğru ve Allah’tan korkan bir müslüman için örnek bir hayattır. Nitekim, Hz.
Aişe (r.a.) bu hususta şöyle buyurmuştur: “Eğer, Kur’ân’ın talimatı ve ruhuna
göre mü’min bir insanın dünyada nasıl yaşaması gerektiğini bilmek isliyorsanız,
o zaman Muhammed Mustafa (a.s.)’nın hayatını örnek almalısınız.” Doğrusu,
Allah’ın kitabında genel hatlarıyla ortaya konan İslâm, Rasûlullah (a.s.)’ın
kişiliğinde açık ve etraflı ifadesini bulmuştur.
6.3.17.
Peygamber, Her Zaman Peygamberdir
Allah’a şükürler olsun ki, bu bölümün başında bahsettiğimiz
Üçüncü Grub’a bağlı kimseler, Birinci ve İkinci Grup’takilerden daha mantıklı ve
ileri düşüncelidirler. Ama bazı hadislere bakarak, “Hz. Peygamber her an ve her
durumda peygamber olmaz. Dolayısıyla, her sözü ve her harekeli bir peygamber
olarak kabul edilmemelidir” görüşüne kapılmışlardır. Aslında bu yanlış anlama,
bambaşka olay ve konularla ilgili olan hadislerden kaynaklanmaktadır. Gerçek
şudur ki Hazreti Peygamber (a.s.) her an ve her durumda Allah’ın rasûlüydü.
Zaten, Hz. Muhammed (a.s.) kendisinin peygamber olduğunu, ne amaçlarla dünyaya
gönderildiğini hiçbir zaman unutmamıştır. O’nun dünyaya gönderilme gayesi,
insanlardan düşünme, fikir beyan etme, hareket etme hürriyetini ortadan
kaldırmak, akıl ve fikirlerine kilit vurmak değildi. Hz. Muhammed (a.s.)
dünyaya, tarım ve sanayi gibi konulan anlatmaya da gelmemişti. Hz. Muhammed
(a.s.)’in maksadı ve hedefi, insanların ailevi ve özel hayatlarına karışmak da
değildi.
Hazreti Muhammed (a.s.)’in hayatının tek gayesi vardı. İslami
belirli bir inanç olarak insanların kalbine yerleştirmek ve bunu bir ferdin
şahsiyetinde ve toplumun düzeninde faal ve canlı hale getirmekti. Hz. Muhammed
(a.s.)’in hayatının bunun dışında bir gayesi ve hedefi olmamıştır. Hz. Peygamber
(a.s.), hayatında eğer nadiren başka meselelerle ilgilenmişse de kendisine tâbi
olanlara durumu izah ederek kendi fikirlerini belirtme ve hareket etme konusunda
serbest bırakmıştır. Gerçi sahabeler ile diğer müslümanlar, Hz. Peygamber
(a.s.)’in her sözünün Allah’ın Rasûlünün sözü olduğunu kabul ederek kendisine
hiç ses çıkarmadan itaat etmeye hazırdılar ve dünyevi konularla ilgili olarak
söylediği her sözün de risaletin emri olduğuna inanırlardı. Fakat, Hz. Peygamber
(a.s.) hiçbir zaman, şahsi veya dünyevi bir mesele hakkında sahabelere ne bir
emir vermiş, ne de onlardan itaat etmelerini istemiştir. Tam 23 yıl bu konuda
titiz davranması, asıl mevkii ve görevini her an göz önünde bulundurması, bir
an bile olsun şaşmaması, peygamberlik vazifesi ile şahsi ve dünyevi işlerini
karıştırmaması ve taraftarlarına tam bir otorite kurmuş olmasına rağmen ilgisi
olmayan bir konuda kendilerine herhangi bir emir ve direktif vermemesi
kendisinin ne kadar sağlam karakterli ve vazifeşinas olduğunun açık bir
delilidir. Fakat bununla beraber, şunu açıklamakta fayda vardır ki; dünya işleri
ile ilgili söylediği sözler veya yaptığı hareketlerden çoğunun Allah’ın emri
veya vahiy ile olmadığı söylenemez. Gerçi bu gibi konularda mübarek ağzından
çıkan sözler emir niteliğinde olmamış ve kendisi de, müslümanları itaate mecbur
etmemiştir. Ancak ağzından çıkan her sözün hak olduğu ve herhangi bir yanlışlık
ihtimali bulunmadığı bilinmelidir, örneğin, Hz. Peygamber (a.s.)’in tip ilmiyle
ilgili söylediği sözler ve gösterdiği yollar, öylesine faydalı ve hikmetlidir
ki, insanın şaşmaması mümkün değildir. Tıp ilmini hiç bilmeyen, bu hususta
hiçbir çalışması olmayan, hiçbir tecrübeden geçmemiş olan bu Arap Ümmi
Peygamber (a.s.)’in tıbbın bazı evrensel gerçeklerini nasıl öğrendiğine, nasıl
bildiğine akıl ermez. Halbuki, yüzyılların deneyleri ve araştırmaları Hz.
Peygamber (a.s.)’in bu konudaki tavsiye ve çalışmalarını haklı çıkarmıştır. Buna
benzer pek çok örnekler vermek mümkündür. Bu konular, peygamberlerin asıl
görevi, yani tebliğ ile ilgili değildir, ama Allah’ın kendilerine verdiği ilham
ve sağduyuyla her konuda en doğrusunu, en iyisini yapmaya kadirdirler.
Demircilik ve zırhçılık ile peygamberlik arasında ne gibi bir münasebet
olabilir? Fakat görüyoruz ki, Hazreti Davud (a.s.) işte usla oluyor ve bizzat
Allahu Teâlâ kendisine bu ustalığı verdiğini beyan ediyor:
“O’na, sizi harbin şiddetinden koruması için zırh yapma sanatını
öğrettik”(Enbiya; 80)
Peygamberlik ile kuşların dilini bilmek arasında ne gibi bir
ilişki olabilir? Ama, Hz. Süleyman, bu konuda usta olduğunu bizzat kendisi
söylüyor:
“Ey İnsanlar, bize kuşların dili öğretildi”. (Neml; 16)
Marangozluk ile gemi yapımcılığı, peygamberliğin herhangi bir
bölümü müdür? Fakat, Cenab-ı Hak Hz. Nuh (a.s.)’a sağlam bir gemi yap demiyor,
aksine şöyle diyor:
“Bizim nezaretimizde ve vahyimizle gemiyi yap”. (Hûd; 37)
Bu bakımdan, peygamberlere sadece tebliğ ve telkin ile ilgili
vahiylerin geldiğini sanmak yanlıştır. Aslında, peygamberlerin hayatının tümü
Allah’ın hidâyetine tâbiydi. Ama burada, peygamberlerin hayatının iki yanı
olduğunu belirtmeliyiz. Bunlardan birincisine müslümanların uyması her hâlükârda
şarttır. Bunun adım adım takip edilmesi ve her yönüyle örnek alınması elzem ve
zaruridir. Fakat, peygamberlerin hayatının ikinci yanına uyulması her müslüman
için her zaman farz değildir.Ne var ki, bu davranış farz olmamakla birlikte,
Cenab-ı Hakk’ın sevgili kulu haline gelmek, O’nun katında üstün bir mevkiye
yükselmek isteyen imanlı ve inançlı bir müslüman için, Peygamber (a.s.)’in
bütün sünnetini örnek almaktan başka çare yoktur. Hz. Rasûl (a.s.)’ün
sünnetinden bir santim bile ayrılmak, Allah ve Rasûlü tarafından daha az
sevilmeye sebep olabilir. Aşk ve sevginin ilk şartı kayıtsız şartsız
teslimiyettir. Rasûlullah (a.s.)’ı seven O’na tam olarak teslim olmalı, itaat
etmelidir. Aşk, ayırım, fark ve istisna tanımaz.
6.3.18. Peygamber
İle Peygamber Olmayanın Hâkimiyeti Arasındaki Fark
Yukarıdaki bahsimizden, peygamberler ile peygamber olmayanların
hakimiyeti, saltanatı, otoritesi ve hükümdarlığı arasındaki fark sanırız
kendiliğinden ortaya çıkıyor. Bu misallerden, peygamberler ile alelade hakim ve
kadıların verdikleri kararlar arasındaki büyük fark da meydana çıkıyor.
Özellikle, naklettiğim son üç ayet bu ayrıcalığı büsbütün ortaya koyuyor. Bu
ayetler, Rasûlullah (a.s.)’ın emrine boyun eğme ve kararlarını itirazsız kabul
etmenin, imanın esaslarından biri olduğunu gösteriyor. Bu emirlere uymayan, bu
kararları kabul etmeyen mü’min değildir. Bir hükümdar veya yargıcın emir, kanun
ve kararlarının bu kadar bağlayıcı, bu kadar etkili olduğu söylenebilir mi?
Eğer değilse, “Allah ve Rasûl gibi kelimelerin Kur’ân-ı Kerim’de geçtiği her
yerde saltanat veya hükümet anlamı çıkarılmalıdır” demenin ne kadar yanlış
olduğu ortadadır. Benim itirazım, Mevlana Aslam Ciracpûri’nin işte bu
sözlerinedir. Ben bunu, İslâm’ın ve Kur’an-ı Kerim’in talimatına tamamıyla
aykırı sayıyorum. Peygamber efendimiz (a.s.)’den sonra hükümdarlar ile devlet
erbabının emir ve kanunlarına saygılı olunmasını ben de teslim ediyorum.
Aslında, bir İslâm devletinde hükümdar ve yöneticilere itaat vaciptir. Ama
yöneticilerin ve liderlerin görevi de İslâm’ın gösterdiği yolda yürümektir.
Onlar devlet ve hükümet işleri konusunda Hz. Muhammed (a.s.)’in mübarek
hayatından, hikmetli söz ve fiillerinden örnek almalıdırlar. İslâm’da hükümdar
ve liderlerin kararlarına büyük önem verilmiştir. Hatta bazı durumlarda,
yöneticilerin hüküm, emir ve kararlarının Allah ve Peygamber’in emirlerine ters
düşmesine rağmen vatandaşların bir ölçüye kadar doğru fikrini korumak kaydıyla
bu emir ve kararlara uymaları emredilmiştir. Fakat, bu saltanat, hâkimiyet ve
hükümetin, tamamıyla Kur’ân-ı Kerim’de gelen “Allah ve Rasûl” deyimiyle aynı
olduğu anlamı nereden çıkıyor? Sıradan insanların karar ve hükümlerinin, Allah
ile Rasûlü’nün emirleri olduğu söylenebilir mi? Böyle bir şey olsa, devlet
erbabını masum ve hâşâ peygamber ile Allah gibi varlıkların benzeri kimseler
olarak kabul etmemiz gerekecektir. Halbuki müslüman ülkeler ve milletler
arasında Kitap ve Sünnet’ten pek uzak olan, hatta doğru yoldan tamamıyla sapmış
ve dinsiz hükümdar ve yöneticilerin bulunduğu, tarihin çeşitli dönemlerinde
görülmüştür. Şimdi müslüman halk, bu cahil, sapık hükümdar ve yöneticilerin
sapık emir ve kanunlarını aynen Allah ve Rasûlü’nün emir ve kanunlarıymış gibi
kabul edip dalâlete ve felâkete mi sürüklenmelidir? Mevlâna Aslam Ciracpûri’nin
mantığına bakılırsa, böyle bir karanlık devrede ve ortamda Allah’ın bir kulu
kalkıp bu zalim, cahil ve sapık hükümdar ve yöneticileri ve diğer müslümanları
yanlış yolu terk edip Allah ve Rasûlü’ne itaate çağırırsa derhal kafası
uçurulacaktır. Zira, adı geçen hükümdar ve idareciler pekâlâ diyebilirler ki,
“Allah ve Rasûl biziz, sen hangi Allah ve Rasûle bizi çağırmak istiyorsun?”
6.4. PEYGAMBER’İN ŞAHSÎ VE DİNÎ
HÜVİYETİ
“İslâm’da fikir hürriyeti kavramı” ve “Peygamberlik ve
fonksiyonları” başlıklı iki yazımın Arapça tercümeleri Şam’da neşredilen “El-Müslimun”
dergisinde yayınlanmıştı. Bu yazıları okuyan Suriye’li bazı alimler bazı
noktalarının açıklığa kavuşması gerektiğini bildirdiler. Ayrıca, Şam’dan bir zât
bana mektup yazarak ikinci yazımla ilgili bazı itirazlarda bulundu. Kendisi,
mektubunda şunları yazıyordu:
“Hazreti Muhammed (a.s.) bir insan olarak, bizden bir fert gibi
midir? Bir insan olarak, Hz. Peygamber (a.s.) de şahsî iktidar ve ikbal peşinde
olan bir kişi olarak mı tarif edilmelidir? Başka insanlara hükmetme ve otorite
kurma arzuları O’nda da mı aranmalıdır? Eğer durum böyle ise, Hz. Muhammed
(a.s.)’in bir insan olarak insanî zaaflardan arınmış olmadığı hususları
birbiriyle nasıl bağdaştırılabilir? Hz. Muhammed (a.s.)’in, peygamberlik
payesine yükseltilmediği sürede sürdüğü normal bir insanın hayatı ve
peygamberlik vazifesi yapmadığı süre içindeki söz ve hareketlerinin bizim için
ne yararı olabilir? Hz. Muhammed (a.s.), peygamber olduktan sonra insanlık ve
peygamberlik hüviyetleri ayrı ayrı mı kalmış yoksa birleşmiş midir? İki hüviyeti
ayrı ise, bunları açıkça ve kesinkes birbirinden ayırmak mümkün müdür? Çünkü
böylece Peygamber olan Hz. Muhammed (a.s.)’e itaat edilmeyebilir. Başka bir
deyimle, Hz. Muhammed (a.s.)’in insan olarak ve peygamber olarak söylediği
sözler ile yaptığı işleri ayırmanın usûlleri nelerdir? Yani, Hz. Peygamber
(a.s.).’in şahsî ve dinî talimatları arasında ayırım yapmamız mümkün müdür? Hz.
Peygamber (a.s.)’in hangi sözlerine itaat edilmeli, hangisine edilmemelidir?
Acaba Hz. Peygamber (a.s.) ve diğer peygamberlerin şahsî görüşüne karşı
çıkılabilir mi? Muhammed Mustafa (a.s.) kendi insanlık haline dikkat edilmemesi,
önem verilmemesi için müslümanlara telkinde bulunmuş mudur? Hz. Peygamber
(a.s.) müslümanların şahsi görüşlerini oluşturma ve açıklamaları için
kendilerini teşvik etmiş midir? Ayrıca, Hazreti Ömer (r.a.) zaman zaman, Hz.
Muhammed (a.s.)’in şahsi görüşlerine karşı çıkmış mıdır?…”
Yukarıdaki mektubun dışında bazı diğer kesimlerden de söz konusu
iki makalem ile ilgili bazı itirazlar kulağıma gelmiştir. Bu itirazların
başında iki yazıda çelişkiye düştüğüm yer alıyor. Bu itirazlara göre, ilk
yazıda diğer peygamberler gibi Hz. Muhammed (a.s.)’in Peygamberlik ve insanlık
yönü arasında fark olduğunu, insanların, peygamberler ile Hz. Muhammed
(a.s.)’in sadece peygamberlikleriyle ilgili söz ve davranışlarına itaat
etmeleri, insanlık halleriyle ilgilenmemeleri, bu konuda kendilerine itaat
etmemeleri gerekliğini belirtmişim. Yine itiraz edenlere göre, ikinci yazıda bu
görüşümün aksine, peygamberlere her durumda itaat etmemiz gerektiğini
belirtmişim. Güya ikinci yazımda ilkinin tam aksine bir tez savunmuşum,
peygamberlerin insanlık ve peygamberlik hüviyetlerinin aslında ayrı olmayıp tek
bir kişide birleştiğini, bu bakımdan hangi şartlarda olursa olsun peygamberlerin
hareketlerine uyulması lâzım geldiğini savunmuşum. İtiraz edenler, görünüşle bu
iki ayrı görüş arasında bağ kurmanın zor olduğunu belirtiyorlar.
Bu bölümde bu konuya ayrıntılı bir şekilde değinmenin yerinde
olacağını sanıyorum.
Öncelikle şunu unutmayalım ki, bu meselenin iki önemli yanı
vardır: Birincisi teorik yönü, ikincisi, ise amelî ve pratik yönü. Yani
peygamberin şahsiyetini bir hidâyet kaynağı olarak kabul edersek; bunu bütünüyle
bir peygamberin kişiliği olarak mı, yoksa bir insan ile bir peygamber arasında
bölerek mi kabul etmeliyiz. Önemli olan önce peygamberin kişiliğinde ikilik olup
olmadığını tesbit etmek, daha sonra da, eğer ikilik olduğunu teorik olarak
kabul ediyorsak, bunun pratik yönünü ele almak ve şahsı ile peygamberâne söz ve
hareketlerine uyup uymayacağımızı belirlemektir.
İlk önce teorik yanını ele alalım. Kur’ân-ı Kerim,
peygamberlerin şahsî ve peygamberâne hüviyetleri arasında fark olduğunu kesin
bir şekilde ifade etmiştir. Kur’ân-ı Kerim’e göre, peygamberler, insanları
kendi kulları değil, Allah’ın kulları yapmaya gönderilirler. Al-i İmrân
sûresinin 79. ayetinde şöyle denilmiştir:
“Beşerden hiç kimsenin, Allah kendisine Kitabı, hükmü ve
peygamberliği versin de, sonra o, insanlara: ‘Allah’ı bırakıp da bana kulluk
edin’ deme (hakkı ve yetkisi) yoktur. Fakat, o, öğretmekle olduğunuz ve ders
alıp vermekte bulunduğunuz Kitaba göre Rabbâniler olunuz” (deme görevindedir).
Peygamberlere iki vazife birden verilir: Vazifelerden biri,
insanları Allah’tan başka kimselerin köleliğinden kurtarmaktır. Yani, peygamber,
insanları başkalarının yanı sıra kendisine kul olmalarından da kurtarır.
Vazifelerinden ikincisi, bütün insanları tek Allah’ın kulu yapmaktır
“Biz her millete bir peygamber gönderdik (ve onlara şu talimatı
verdik:) Allah’a ibadet edin ve Tağut’tan uzak durun” (Neml; 36)
“De ki: ‘Ey kitap ehli, Allah’tan başkasına ibadet etmemek, O’na
bir şeyle şirk koşmamak, Allah’ı bırakıp da birbirimizi ma’bud edinmemekten
ibaret olan ve bizimle sizin aranızda müsavi bulunan bir kelimeye geliniz”
(Al-i İmrân; 64)
Dinimizde, peygamberlere itaatin kayıtsız şartsız emredilmesi;
peygamberlerin şahsî hüviyetleri açısından değil, Allah’ın emir ve talimatının
onlar vasıtasıyla gelmiş olmasındandır. İşte bu sebeple, peygambere itaat,
Allah’a itaat ile bir tutulmuştur. Meselâ, şu ayetlere bakın:
“Biz, gönderdiğimiz peygamberi Allah’ın izni ile itaat olunsun
diye gönderdik”. (Nisâ; 64)
“Kim Peygambere itaat ederse muhakkak Allah’a itaat etmiştir”
(Nisâ; 80)
Bununla beraber, gerek Kur’ân-ı Kerim, gerekse hadislerden, Hz.
Muhammed (a.s.)’in, Allah’ın emriyle değil, kendi düşüncesine göre söylediği
bir söze, Allah’tan gelen bir emre uyulması gerektiği gibi uyulmasının gerekli
olmadığı açıkça anlaşılmaktadır. Bu hususta “İslâm’da fikir hürriyeti kavramı”
konulu yazımda çeşitli örnekler sunmuş bulunuyorum. Bunun en bariz misali, Hz.
Zeyd bin Harise (r.a.)’nin, Hz. Peygamber (a.s.)’in emrinin hilafına Hz. Zeyneb
(r.a.)’i boşamış olması ve ne Allah’ın, ne Peygamber (a.s.)’in bu konuda
herhangi bir olumsuz tepki göstermemeleridir. Bu olayın başka bir açıklaması
olamaz ve yazımda bunu böyle yorumlamaya çalıştım. Hurma ağaçlarının dikilmesi
olayı da hepimizin malumudur. Hazreti Peygamber bu hususta şunları söylemiştir:
“Ben de bir insanım. Ben size din ile ilgili bir emir verdiğim
zaman buna uymalısınız. Ama kendi görüşümü belirttiğim zaman (düşünün ki) ben de
bir insanım. Ben tahminime göre bir şey söylemiştim. Tahmin ve şahsî görüşüme
dayalı sözlerimi kabul etmeye mecbur değilsiniz. Ancak Allah tarafından size bir
şey söylersem onu kabul edin. Çünkü ben Allah adına yalan konuşmadım. Siz
dünyevî konuları daha iyi bilirsiniz” (Sahih-i Müslim, Dünya işleriyle ilgili
bölümler).
Meselenin teorik yanı budur. Şimdi pratik yanını ele alalım.
Aslında, Cenab-ı Allah’ın, peygamberlere yüklediği vazife çok
hassastır. Yani, Allah bir insanı yegâne temsilcisi olarak insanlara
gönderirken, kendisine aynı anda iki önemli vazife verir. Bir yandan, bu
peygamber, kendi cinsinden olan büyük insanları, kendisi de dahil bütün
insanlara itaat ve kölelikten kurtarıp, kendilerine fikir hürriyeti ve
bağımsızlık ruhu verecektir. Diğer yandan da peygamber olan aynı insan, bütün
insanların Allah’a kayıtsız şartsız itaat etmelerini sağlamak amacıyla bizzat
kendisine itaat edilmesini isteyecektir. Yani nazari ve teorik olarak insanları
insanların sömürüsünden kurtarmaya çalışan bir peygamber pratikte Allah’ın
rasûlü olması sıfatıyla insanların kendisine tam olarak bağlanmasını
isteyecektir. Gördüğünüz gibi, bu iki ayrı ve birbirine zıt olan vazife bir
peygamber tarafından yerine getirilmek istenmiştir. Bu iki ayrı vazife ve
kimliğin sınırları öylesine birbiriyle çatışır durumdadır ki, bunlar arasında
doğru ve iyi bir ayırım çizgisi ancak Allah ve Rasûlü tarafından çizilebilir.
Bu her babayiğidin işi değildir.
Şu aşağıdaki üç noktayı göz önünde bulundurduğumuz zaman
meselenin daha da karmaşık ve hatta içinden çıkılmaz bir hal aldığını görürüz.
6.4.3. Asr-ı
Saadet’ten Sonra Peygamberin Peygamberlik Yönünün Öğrenilmesi
Asr-ı Saadet’te Hz. Muhammed (a.s.)’in şahsi ve peygamberlik
yönünü belirlemek amacıyla söz ve hareketlerini değerlendirmemizin ölçüleri
bunlardır. Fakat daha sonraki devirlerde ve hatla çağımızda da Rasûlullah
(a.s.)’ın iki yönü arasındaki farkı bilmemiz için bir takım şeriat usulleri
vardır. Meselâ, en basitinden Rasûlullah (a.s.)’ın yaşadığı devir, ülke ve
beraber olduğu İnsanlar bambaşkaydı, hayat tarzları değişikli. Hz. Muhammed
(a.s.) o devirde Arabistan’da revaçta olan elbiseyi giyerdi. Giydiği kıyafet
kendi icadı olmayıp o devrin ve muhitin bir kıyafetiydi. Bu hususta kendi zevki
ve beğenisi fazla önemli değildi ve bir “emri vaki”ye uymak zorundaydı. Aynı
şartlar yiyecek ve içecekleri için de geçerliydi. Kendisi, o devirde
Arabistan’da Araplar arasında genellikle pişirilen ve yenen yemekleri yemeğe
mecburdu. İçme konusunda da şahsî zevkinin önemi yoktu. Yani bu konularda seçme
hakkı hemen hemen yoktu. Şimdi bu kıyafet veya yemeklerin özü veya mahiyeti ne
olursa olsun, önemli olan Hazreti Peygamber (a.s.)’in bunlarla ilgili getirdiği
bazı görgü, ahlâk, medeniyet, temizlik ve sağlık kurallardır. Yani bu kıyafet ve
yiyecekler, içecekler konusunda sözleri ve hareketleriyle belirlediği “Şeriat
usulleri ve İslâmî âdâb”dır. Kısaca yukarıda zikrettiğimiz husus, Hazreti
Peygamber (a.s.)’in insanlık hali ve şahsiyetiyle ilgili olup, ikinci husus da
O’nun peygamberlik sıfatlarıyla bağlantılıdır. Başka bir deyimle, Allah
tarafından insanlara anlatmakla görevlendirildiği Şeriat’ın kapsamına,
insanların bazı özel faaliyetleri, örneğin, kıyafetler ile elbiselerin deseni ve
modası ve yemek pişirme şekilleri vs. girmez. Fakat şeriatın ilgilendiği şeyler
elbiseler ile yemeklerin dış görünüşü ve niteliği değildir. Şeriat, giyim,
kuşam, yemek, içmek konusunda caiz, caiz olmayan, helâl ve haram gibi çeşitli
sınırlar koymuş, genel hükümler meydana getirmiştir. Yani, Şeriat’ın ahlâk ve
kültür ile ilgili getirdiği genel kuralların içinde yapılan her şey caizdir.
Hz. Muhammed (a.s.)’in insanlık ve peygamberlik halleri
arasındaki farkı ister kendisinin herhangi bir açıklamasından, ister koyduğu
Şeriat kurallarından öğrenelim, her iki durumda da bilgi kaynağımız Hz.
Muhammed (a.s.)’in kendisidir. Yani, Hazreti Peygamber (a.s.) efendimizin
herhangi bir insanî durumunu da tesbit etmemiz için O’nun peygamberlik haline
müracaat etmek zorundayız. Biz doğrudan doğruya Hz. Muhammed (a.s.)’in insanlık
hüviyetiyle ilgilenemiyoruz, işte, “Hz. Muhammed’in sünnetinin fonksiyonları”
başlıklı ikinci yazımda bu noktayı vurgulamaya çalıştım ve bu konuda sünneti
inkâr edenleri uyarmak istedim. Ehl-i Kur’ân veya sünnetin münkeri olarak
bilinen bu grubun en büyük hatası, Abdullah oğlu Muhammed (a.s.)’in peygamberlik
ve insanlık hali arasındaki farkı bizzat kendilerinin belirlemeye çalışmasıdır.
Halbuki daha evvel işaret ettiğimiz gibi bu öyle kolay bir iş değildir ve biz
buna muktedir değiliz. Ama bu gruptakiler kendilerine göre, Hz. Muhammed
(a.s.)’in insanî ve şahsi olduğunu söyledikleri söz ve davranışlarından
kendilerini azad etmişlerdir. Yani, Hz. Muhammed (a.s.)’in sözde insani ve
şahsi hareketlerine itaat etmiyorlar. Oysa, Hz. Peygamber (a.s.)’in insanlık ve
peygamberlik halleri arasındaki gerçek ayırım Allah ve Rasûlü tarafından
yapılmıştır. Bu ayırımın yapılmasının amacı da bizim herhangi bir inanç
yanılgısına kapılıp, Abdullah oğlu Muhammed (a.s.)’i bir tanrı haline
getirmemizi önlemektir. Yani Allah’a itaat etmeye çağıran Peygamber’i, “Allah”
sanmamızı engellemektir. Fakat, bu ayırım nazarî ve teorik yapılmıştır.
Pratikte ise, Hz. Muhammed (a.s.) her zaman ümmeti için bir peygamberdir.
Ümmeti, Abdullah oğlu Muhammed (a.s.) hakkında fikir hürriyetine sahip oluyor
veya serbest davranabiliyorsa, bunu yine Rasûlullah (a.s.)’a borçludur. Bu
hürriyet ve bağımsızlığı kullanmak konusunda gereken bilgi ve eğitimi sağlayan
da, Rasûlullah (a.s.)’dır.
İşte bu açıklamalarımdan sonra zannederim, yukarıda bahsedilen
izah tarzım okuyucular tarafından daha iyi anlaşılacaktır.
6.5. PEYGAMBERLİK MAKAMI VE KUR’AN’IN
HÜKÜMLERİ
6.5.1.
Peygamber’in Dört Çalışma Alanı
Kur’ân-ı Kerim’de Hazreti Muhammed (a.s.)’in peygamberlik mevkii
ve dört çalışma sahası hakkında şu kayıtlara rastlıyoruz:
“Bizim, Beyti sevap kazanılacak yer ve emniyet mahalli
eylediğimizi yâd et; İbrahim’in makamını namazgah yapınız. İbrahim ve İsmail’e
Beyt’imi, tavaf edenler, itikâf eyleyenler ve namaz kılanlar için temizleyin
diye emrettik… Ya Rabbi, onlara kendilerinden bir peygamber gönder ki, onlara
ayetlerini okusun, kitabı ve hikmeti öğretsin, onları günahlardan temizlesin”.
(Bakara; 125,129)
“Aranızdan size bir Peygamber gönderdik ki; ayetlerini okuyan,
onları kötülüklerden ve küfürden temizleyen ve onlara kitap ve hikmeti öğreten
bir peygamber göndermekle Allah mü’minlere büyük lütuf ve keremde bulunmuştur”.
(Al-i İmran; 164)
“İçlerinde, kendilerinden onlara Allah’ın ayetlerini okuyan,
onları kötülüklerden ve küfürden temizleyen ve onlara kitap ve hikmeti öğreten
bir peygamber göndermekle Allah mü’minlere büyük lûtuf ve keremde bulunmuştur”.
(Al-i İmran; 164)
“Ümmetler içinde, onlara kendilerinden ayetlerini okuyan, onları
temizleyen, onlara kitabı, hikmeti öğreten bir peygamberi gönderen O’dur”
(Cuma; 2)
Yukarıdaki ayetlerde Hz. Peygamber (a.s.)’e Kur’ân’ın
ayetlerinin yanı sıra üç şeyin daha verilerek dünyaya gönderildiği defalarca
tekrarlanmıştır. Demek ilk iş olarak kendisine Kur’ân-ı Kerim’in ayetleri
verilmiştir. İkinci iş olarak, insanlara Kitab’ı öğretmesi islenmiştir.
Peygamberlik sahasına giren üçüncü görev de Kitabullah’ın amaç ve ruhuna uygun
olarak peygamberin insanlara, “hikmet”i öğretmesidir. Peygamberlik makamının
dördüncü işi de insanları hem kişi, hem toplum açısından tezkiye etmek, yani
nefislerini temizlemektir. Bu noktayı açacak olursak, bir peygamberin görevleri
arasında, bireyler ile toplumun her türlü eksiklik, ayıp ve kötülüklerini
giderip ıslah etmek ve iyi bir ortamda gelişmelerini sağlamak yer almaktadır.
Burada önemle durulması gereken husus Kitab ve “hikmet”in
öğretilmesidir. Yani Kur’ân-ı Kerim ile “hikmet”in öğretilmesi, ilâhi ayetlerin
insanlara yalın bir biçimde iletilmesinden mutlaka başka bir şeydir ki,
bunlardan ayrı ayrı bahsedilmiştir. Aynı şekilde, Hazreti Peygamber’in fertler
ile cemiyetin ıslahı ve terbiyesi için aldığı tedbirler ve harcadığı çabaların
da ayrı bir önemi olsa gerek. Şimdi bana söyler misiniz, Kur’ân-ı Kerim’i
insanlara iletmenin yanı sıra, Hz. Muhammed (a.s.)’in haiz olduğu öğretmen ve
velî makamlarına kendisi mi gidip oturmuş, yoksa Cenab-ı Allah mı O’na bu mevki
ve şerefi vermiştir. Kur’ân-ı Kerim’e inanan ve müslüman olduğunu söyleyen bir
kimse, Hz. Peygamber (a.s.)’in öğretmen (hoca) ve veli sıfatlarının
peygamberliğinin birer parçası olmadığını iddia edebilir mi? bu husustaki
çalışma ve faaliyetlerinin, peygamberliği ile ilgili olmayıp, sadece özel
hayatıyla ilgili olduğu söylenebilir mi? Eğer söylenemezse ve Hz. Peygamber’den
Kur’ân’ın sözlerini insanlara iletmenin dışında bir takım hizmet ve vazifeler
islenmiş ve Kitabullah ile hikmet hakkında insanları bilinçlendirmesi, eğitmesi
beklenmişse ve Hz. Muhammed (a.s.)’de bunları aynen yapmışsa, akıl, mantık ve
dinî geleneğimize aykırı düşen bir şey var mı? Böyle bir durumda, Hz.
Peygamber’in bu çok yönlü çalışmalarını inkâr edenler bizzat O’nun
peygamberliğini inkâr etmezler mi?
6.5.2. Kur’ân’ın Açıklayıcısı Olarak Peygamber (a.s.)
Nahl sûresinde Cenab-ı Allah şöyle buyurmuştur:
“Sana da (habibim) insanlara kendileri için indirilen her şeyi
açıklayasın diye Zikr’i (Kur’ân’ı) indirdik” (Nahl; 44)
Gördüğünüz gibi, Hazreti Peygamber (a.s.)’e yüklenen görevlerden
biri, Kur’an’da yer alan ilâhi emir ve hikmetli sözleri kendisine tabi olanlara
tefsir ve izah etmekti. Herkes biliyor ki, bir yazı veya kitabın açıklanması ve
yorumlanması, o yazı veya kitabın sadece okunması veya duyurulmasıyla mümkün
değildir. Bir yazıda kullanılan dil, kelime, deyim ve üslûp ile işlenen konu ve
olayları açıklamak için epeyce çaba göstermek gerekir. Değişik değişik ifadeler
kullanmak, çeşit çeşit örnekler vermek gerekir. Yazı veya kitapta teorik ve
pratik konular geçer. Teorik konulan açıklamak için öğretmenin bazen pratik
örnekler vermesi gerekir ve bunun tatbikatını da yapar. Şimdi yukarıdaki ayeti
gördükten sonra, Hz. Muhammed (a.s.)’in, Kur’ân-ı Kerim’in açıklayıcısı,
öğreticisi olmadığını söyleyebilir miyiz? Eğer söyleyemezsek, Hz. Peygamber
(a.s.)’in açıklayıcı, öğretici ve eğitici kimliğini Allah’tan başka kimsenin
tayin etmediğini de kabul etmeliyiz. Zâten Cenab-ı Allah da onu ifade
etmektedir. Yani, Hz. Peygamber (a.s.) söz ve hareketleriyle Kur’ân-ı Kerim’i
müslümanlara açıklamakla görevlendirilmiştir. Böyle bir durumda, Kur’ân’ın bir
açıklayıcısı olarak Hz. Muhammed (a.s.)’in kimliği, peygamberlik makamından
ayrı düşünülebilir mi? Akıllı bir insan, O’nun sadece Kur’ân-ı Kerim’i alıp
getirdiğini kabul ve hem nazarî hem tatbikî olarak onu müslümanlara açıkladığını
reddedebilir mi?
Yukarıdaki ayet, Allah’ın “zikrinin bir insan tarafından
iletilmesine karşı çıkan ve peygamberliği inkâr edenleri nasıl susturucu
mahiyette ise, Peygamber (a.s.)’in açıklamasını ve yorumunu kabul etmeyerek
sadece Allah’ın kelamını kabul etmek isteyenleri de cevapsız bırakacak
niteliktedir. Onlar ise Peygamber (a.s.)’in sadece “zikr”i getirdiğine,
açıklamasını ve yorumunu yapmadığına inansınlar; ister sadece “Zikr”i kabul edip
Peygamber (a.s.)’in açıklamasını reddetsinler; islerse de kendileri için sadece
“zikr”in kâfi olduğuna ve açıklamaya gerek olmadığına, hatta güvenilecek durumda
olmadığına inansınlar; bu dört tür inancın hepsi de Kur’ân-ı Kerim ile çatışır
durumdadır ve kendileri mutlak bir yanlış içindedirler.
Yukarıda bahsettiğimiz ilk inancın anlamı şudur: Hz. Peygamber
(a.s.) dünyaya gönderilme amacını kendisi ortadan kaldırmıştır. Çünkü, bir an
için Peygamber (a.s.)’in sadece “zikr”i getirdiğini, açıklamasını yorumunu
yapmadığını farz etsek, O’nun dünyaya gelişi ve peygamberlik görevini
üstlenmesinin hiçbir anlamı kalmaz. Eğer böyle bir şey olsaydı, Allahu Teâlâ “zikr”ini
ya melekler vasıtasıyla ya da doğrudan kullarına gönderirdi, Peygamber (a.s.)’i
göndermeye ihtiyaç duymazdı.
Yukarıda bahsettiğimiz dördüncü inanç da aynı şekilde tehlikeli
ve zararlıdır. Böyle bir şeye inananlar aslında, hem Kur’ân-ı Kerim hem hadis-i
şeriflere güvensizliklerini belirtirler ve her ikisini reddetmiş olurlar. Bu
tehlikeli düşünce yeni vahiy ve yeni peygamberler için de kapıyı aralamış olur.
Yukarıdaki ayetle gördüğünüz gibi, bizzat Allahu Teâlâ, Kur’ân-ı Kerim’in
indiriliş amacının, ancak Peygamber (a.s.)’in izahatı ve telakkileriyle
tamamlanabileceğini belirtmiştir. Ayrıca, peygamberin dünyaya indiriliş
sebebinin de “zikr” veya “Allah’ın kelâmı”nı açıklaması olduğunu vurgulamıştır.
Şimdi eğer “Hadis”i inkâr edenlerin, artık dünyada peygamberin açıklamasına ve
yorumuna gerek kalmadığı yolundaki tezini bir an için doğru sayarsak, o zaman şu
iki ihtimali kabul etmek zorundayız.
Birincisi, Hazreti Muhammed (a.s.) kendi hayatının örnek
alınması hüviyetini kaybetmiştir. O’nun sözleri ve hareketleri artık bizim için
“güzel birer numune” değildir. Hz. Muhammed (a.s.)’in durumu bizim için Hz. Hûd,
Salih ve Şuayb (a.s.)’dan pek farklı değildir. Yani nasıl ki onların
peygamberliklerini kabul ediyor, onlara iman ediyorsak, ama hayatlarının
herhangi bir numunesi bulunmadığı için onları örnek atamıyorsak, Hz. Muhammed
(a.s.)’in hayatını da takip edemiyoruz. Böyle bir inanç, yeni bir peygamberliğin
ihtiyacını kendiliğinden gündeme getiriyor. Madem ki Hz. Muhammed (a.s.) dahil,
eski peygamberlerin sünneti tatbik edilmeyecek, o zaman yeni bazı meseleler için
yeni birtakım vahiylere ve peygamberlere ihtiyaç duyulacaktır. Böyle bir durumda
ancak akılsız bir kişi peygamberliğin hitamında ısrar edebilecektir.
İkincisi, Kur’ân-ı Kerim, kendisini getiren peygamberin
açıklaması ve tatbikatıyla anlatılmadıkça, bizzat kendi ifadeleriyle anlaşılma
ihtimali zayıf olduğu için, Kur’ân-ı Kerim’i tanıyan ve buna iman edenler her
ne kadar bunun kulların hidâyeti için yeterli olduğunu iddia ederlerse
etsinler, onların iddiaları geçerli sayılmayacaktır. Böyle bir durumda yeni bir
ilâhi kitabın ihtiyacı kendiliğinden ortaya çıkmış oluyor. Aslında, Hadis’i
inkâr edenler Kur’an-ı Kerim’i de inkâr etmiş ve dinin temeline dinamit koymuş
oluyorlar.
6.5.3. Dinî Lider
ve Taklide Lâyık Örnek Olarak Peygamber (a.s.)
Al-i İmran sûresinde Cenab-ı Allah şöyle buyurmuştur:
“De ki, ‘Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyunuz ki, Allah da sizi
sevsin…
De ki, ‘Allah’a ve Rasûl’e itaat ediniz. Eğer yüz çevirirseniz,
kâfir olursunuz”. (Ayet; 31-32)
Ahzâb sûresinde de şöyle buyurmuştur:
“Sizin için Allah’ın Rasûlünde güzel bir örnek vardır. Bu
haslet, Allah’ın rızasını ve ahiret sevabını ümid edip Allah’ı zikredenlere
mahsustur”. (Ayet; 21)
Bu her iki ayette Allahu Teâlâ, Peygamber (a.s.)’in kesin önder
olduğunu ve kendisine itaatin şart olduğunu söylüyor. Allah (c.c.)’a göre Hz.Peygamber
(a.s.)’in hayatı müslümanlar için “güzel bir örnek”tir. Cenab-ı Allah,
kullarının ancak böyle davranmaları halinde kendisine herhangi bir ümit
bağlayabileceklerini, kendilerini sevdirebileceklerini belirtiyor. Allah ayrıca
diyor ki, “sevgimi kazanmak istiyorsanız Benim sevgili Resûlüme tam olarak itaat
etmelisiniz. Ondan yüz çevirirseniz, Ben’den de yüz çevirmiş olacaksınız ve
bunun sonu küfre kadar varır”. Şimdi bir kimse iddia edebilir mi ki, Hz.
Muhammed (a.s.), dinî liderliğe kendisi gelip oturmuştur? Yoksa müslümanlar mı
O’nu bu mevkiye getirmiştir? Hazreti Peygamber (a.s.)’e bu mevki ve şeref Cenab-ı
Hak tarafından verilmemiş midir? Eğer Kur’ân-ı Kerim’in bu açık ifadelerini
kabul ediyorsak, o zaman Hz. Peygamber (a.s.)’in, dinî liderliğe ve taklit
edilecek mevkiye bizzat Allah tarafından getirildiğine inanmalıyız. Eğer bu da
doğruysa, o zaman Hz. Peygamber (a.s.)’in söz ve hareketlerini numune olarak
kabul etmemize mani olan nedir? Bu ayetlerden, sadece Kur’ân-ı Kerim’in örnek
alınmasının kastedildiği öne sürülürse buna ancak gülebiliriz. Çünkü gerçekten
böyle bir şey olsaydı, o zaman söz konusu ayetlerde “Fet’tebi’ûnî” kelimesi
yerine “Fet’tebi-ul-Kur’ân” kelimesi kullanılmalıydı. Sonra, Hazreti
Muhammed’in hayalında “güzel bir örnek vardır” deyimi de kullanılmamalıydı.
6.5.4. Kanunların
Uygulayıcısı Olarak Peygamber (a.s.)
Cenab-ı Allah, A’raf sûresinde Hazreti Peygamber’den bahsederken
şöyle buyurmuştur:
“O peygamber, onlara iyiliği emreder, kötülükten nehyeder.
Tertemiz ve iyi olan şeyleri helâl, kötü ve zararlı şeyleri haram eder. Onların
sırtlarındaki ağır yükü kaldırır. Onların zincirlerini kırar”. (Ayet; 157)
Yukarıdaki ayette Cenab-ı Allah’ın, Hz. Muhammed (a.s.)’e
kanunları hazırlama ve uygulama yetkisi verdiği açıkça ifade edilmiştir. Demek
ki, kanunun hazırlayıcısı ve uygulayıcısı sadece Allah değildir. Allah’ın
emrettiği, yasakladığı, helâl ettiği, haram ettiği, doğru ilân ettiği ve yanlış
olarak belirlediği konuların dışında Hz. Peygamber (a.s.)’in helâl ve haram
ettiği şeyler de aynı önemi taşımaktadır. Hz. Peygamber (a.s.) Allah’tan aldığı
yetki ile bazı şeylerin gerekli bazı şeylerin gereksiz olduğunu belirtmiş, bu
hususta çeşitli kaide ve kurallar meydana getirmiştir. Bunlar, Allah’ın
kanunları ve şeriatının birer parçasıdır. Aynı konuya Haşr sûresinde aynı
açıklıkla temas edilmiştir.
“Peygamber’in size verdiğini alın. Sizi, kendisinden nehyettiği
şeyden de sakının. Allah’tan korkun. Çünkü Allah’ın azabı çok şiddetlidir”
(Ayet; 7)
Burada hiç kimse sadece ve sadece Kur’ân-ı Kerim’den
bahsedildiğini iddia edemez. Yukarıdaki her iki ayette Hz. Peygamber (a.s.)’in
bir takım kanunları çıkarma ve uygulama yetkisine sahip olduğu açıkça
anlatılmıştır Bunları te’vile imkân yoktur. Çünkü böyle bir şey te’vil değil
tahrif olur. Burada, Cenab-ı Allah kanunları çıkarma ve uygulama yetkisi ile
emir ve nehy konusunda selâhiyetin Hz. Peygamber (a.s.)’e mi, yoksa Kur’ân-ı
Kerim’e mi verildiğini söylemektedir? Birisi çıkıp da burada Allah’ın
yanlışlıkla (hâşâ) Kur’ân-ı Kerim yerine Peygamber (a.s.)’in adını
kullandığını söyleyebilir mi?
6.5.5. Bir Hakim
Olarak Peygamber (a.s.)
Kur’ân-ı Kerim’de bir yerde değil, birçok yerde, Cenab-ı Allah,
Hazreti Muhammed (a.s.)’ı kadı, hakem ve hâkim olarak tâyin ettiğini ifade
buyurmuştur:
“Allah’ın sana gösterdiği gibi insanlar arasında hükmetmen için
sana hak olarak Kitab’ı indirdik. Hainler için müdafaacı olma”. (Nisa; 105)
“Ve de ki, ‘Den Allah’ın indirdiği her kitaba inandım. Aranızda
adalet etmekle emrolundum….”. (Şura; 15)
“Aralarında hükmetmesi için Allah ve Rasûlüne davet
olunduklarında mü’minler, ‘işittik ve itaat ettik’ derler”. (Nur; 51)
“Allah’ın indirdiğine ve Rasûlüne gelin denilirse, münafıkların
senden şiddetle yüz çevirdiklerini görürsün”. (Nisa; 61)
“Aralarında cereyan eden olaylarda seni hakem yapıp sonra da
verdiğin karardan yürekleri bir sıkıntı duymadan teslim olmadıkça onlar, Rabbin
hakkı için iman etmiş olamazlar”. (Nisa; 65)
Peygamber (a.s.)’in hayatı müslümanlar için “güzel bir
örnek”tir. Cenab-ı Allah, kullarının ancak böyle davranmaları halinde kendisine
herhangi bir ümit bağlayabileceklerini, kendilerini sevdirebileceklerini
belirliyor. Allah ayrıca diyor ki, “sevgimi kazanmak isliyorsanız Benim sevgili
Resûlüme tam olarak itaat etmelisiniz. Ondan yüz çevirirseniz, Ben’den de yüz
çevirmiş olacaksınız ve bunun sonu küfre kadar varır”. Şimdi bir kimse iddia
edebilir mi ki, Hz. Muhammed (a.s.), dinî liderliğe kendisi gelip oturmuştur?
Yoksa müslümanlar mı O’nu bu mevkiye getirmiştir? Hazreti Peygamber (a.s.)’e bu
mevki ve şeref Cenab-ı Hak tarafından verilmemiş midir? Eğer Kur’ân-ı Kerim’in
bu açık ifadelerini kabul ediyorsak, o zaman Hz. Peygamber (a.s.)’in, dinî
liderliğe ve taklit edilecek mevkiye bizzat Allah tarafından getirildiğine
inanmalıyız. Eğer bu da doğruysa, o zaman Hz. Peygamber (a.s.)’in söz ve
hareketlerini numune olarak kabul etmemize mani olan nedir? Bu ayetlerden,
sadece Kur’ân-ı Kerim’in örnek alınmasının kastedildiği öne sürülürse buna ancak
gülebiliriz. Çünkü gerçekten böyle bir şey olsaydı, o zaman söz konusu
ayetlerde “Fet’tebi’ûnî” kelimesi yerine “Fet’tebi-ul-Kur’ân” kelimesi
kullanılmalıydı. Sonra, Hazreti Muhammed’in hayalında “güzel bir örnek vardır”
deyimi de kullanılmamalıydı.
6.5.4. Kanunların
Uygulayıcısı Olarak Peygamber (a.s.)
Cenab-ı Allah, A’raf sûresinde Hazreti Peygamber’den bahsederken
şöyle buyurmuştur:
“O peygamber, onlara iyiliği emreder, kötülükten nehyeder.
Tertemiz ve iyi olan şeyleri helâl, kötü ve zararlı şeyleri haram eder. Onların
sırtlarındaki ağır yükü kaldırır. Onların zincirlerini kırar”. (Ayet; 157)
Yukarıdaki ayette Cenab-ı Allah’ın, Hz. Muhammed (a.s.)’e
kanunları hazırlama ve uygulama yetkisi verdiği açıkça ifade edilmiştir. Demek
ki, kanunun hazırlayıcısı ve uygulayıcısı sadece Allah değildir. Allah’ın
emrettiği, yasakladığı, helâl ettiği, haram ettiği, doğru ilân elliği ve yanlış
olarak belirlediği konuların dışında Hz. Peygamber (a.s.)’in helâl ve haram
ettiği şeyler de aynı önemi taşımakladır. Hz. Peygamber (a.s.) Allah’tan aldığı
yetki ile bazı şeylerin gerekli bazı şeylerin gereksiz olduğunu belirtmiş, bu
hususta çeşitli kaide ve kurallar meydana getirmiştir. Bunlar, Allah’ın
kanunları ve şeriatının birer parçasıdır. Aynı konuya Haşr sûresinde aynı
açıklıkla temas edilmiştir.
“Peygamber’in size verdiğini alın. Sizi, kendisinden nehyettiği
şeyden de sakının. Allah’tan korkun. Çünkü Allah’ın azabı çok şiddetlidir”
(Ayet; 7)
Burada hiç kimse sadece ve sadece Kur’ân-ı Kerim’den
bahsedildiğini iddia edemez. Yukarıdaki her iki ayette Hz. Peygamber (a.s.)’in
bir takım kanunları çıkarma ve uygulama yetkisine sahip olduğu açıkça
anlatılmıştır Bunları te’vile imkân yoktur. Çünkü böyle bir şey te’vil değil
tahrif olur. Burada, Cenab-ı Allah kanunları çıkarma ve uygulama yetkisi ile
emir ve nehy konusunda selâhiyetin Hz. Peygamber (a.s.)’e mi, yoksa Kur’ân-ı
Kerim’e mi verildiğini söylemektedir? Birisi çıkıp da burada Allah’ın
yanlışlıkla (hâşâ) Kur’ân-ı Kerim yerine Peygamber (a.s.)’in adını
kullandığını söyleyebilir mi?
6.5.5. Bir Hakim
Olarak Peygamber (a.s.)
Kur’ân-ı Kerim’de bir yerde değil, birçok yerde, Cenab-ı Allah,
Hazreti Muhammed (a.s.)’ı kadı, hakem ve hâkim olarak tâyin ettiğini ifade
buyurmuştur:
“Allah’ın sana gösterdiği gibi İnsanlar arasında hükmetmen için
sana hak olarak Kitab’ı indirdik. Hainler için müdafaacı olma”. (Nisa; 105)
“Ve de ki, ‘Ben Allah’ın indirdiği her kitaba inandım. Aranızda
adalet etmekle emrolundum….”. (Şura; 15)
“Aralarında hükmetmesi için Allah ve Rasûlüne davet
olunduklarında mü’minler, ‘işittik ve itaat ettik’ derler”. (Nur; 51)
“Allah’ın indirdiğine ve Rasûl’üne gelin denilirse, münafıkların
senden şiddetle yüz çevirdiklerini görürsün”. (Nisa; 61)
“Aralarında cereyan eden olaylarda seni hakem yapıp sonra da
verdiğin karardan yürekleri bir sıkıntı duymadan testim olmadıkça onlar, Rabbin
hakkı için iman etmiş olamazlar”. (Nisa; 65)
Bütün bu ayetler, Hazreti Peygamber (a.s.)’in kendi kendine ya
da müslümanlar tarafından seçilen değil, bizzat Allah tarafından tâyin edilen
bir kadı, yargıç ve hakem olduğunu belirtiyorlar. Üçüncü ayete dikkat
ettiğinizde göreceksiniz ki, Hz. Muhammed (a.s.)’in hâkimlik veya kadılık
sıfatı O’nun peygamberlik sıfatından ayrı değildi. Bu ayette, Hz. Muhammed
(a.s.)’in hakemlik ve yargıçlığına iman edilmediğinde, peygamberliğine
inanmanın mümkün olmayacağı belirtilmiştir. Yani mü’minlerin, Hz. Muhammed
(a.s.)’in hâkimliğini sadece sözleriyle değil, hareketleriyle de kabul etmeleri
zorunlu kılınmıştır. Dördüncü ayette “indirilen” (kitap) ve “peygamber”den ayrı
ayrı söz edilmiştir. Bu demek oluyor ki, herhangi bir dini ve içtimai konuda
Allah’ın kesin hükmünü öğrenmenin iki kaynağı vardır. Birincisi, Allah’ın kanunu
olarak Kur’ân-ı Kerim ve ikincisi, bu kanuna göre kararını veren hâkim ve
yargıç Hz. Peygamber (a.s.). Bu her iki kaynaktan yüz çevirmek münafıklıktır.
Son ayette daha ileri gidilerek Hz. Peygamber’in kararını beğenmeyen veya O’nun
hakemliğini kabul etmeyenin, mü’min bile olamayacağı ifade edilmiştir. Hz.
Peygamber’in kararından canları sıkılanlar, imanlarını da kaybederler. Kur’ân-ı
Kerim’in bu açık ifadelerinden sonra da, Hz. Muhammed (a.s.)’in kadılık,
hâkimlik ve yargıçlığının özel önem taşımayıp kendisinin alelâde bir hâkim veya
yargıç olduğunu ileri sürenler olabilir mi? Dünyada herhangi bir hâkime böyle
bir yetki tanınmış mıdır veya tanınabilir mi? Yani, dünyada bir yargıcın
kararını kabul etmeyen, eleştiren ve reddeden bir kişi imanını kaybedebilir mi?
6.5.6. Bir
Hükümdar Olarak Hz. Peygamber (a.s.)
Kur’ân-ı Kerim’de birçok yerde Hz. Muhammed (a.s.)’in, Allah
tarafından hükümdar ve rehber yapıldığı ve kendisine bu makamın da peygamber
olması sebebiyle verildiği ifade edilmiştir.
“Biz, gönderdiğimiz peygamberi, Allah’ın izniyle itaat olunsun
diye gönderdik”. (Nisa; 64)
“Kim rasûle itaat ederse muhakkak Allah’a itaat etmiştir”.
(Nisa; 80)
“Gerçekten sana biat edenler, Allah’a biat etmiş olurlar”.
(Fetih; 10)
“Ey mü’minler, Allah ve Rasûlüne itaat edin. isyan ile
amellerinizi boşa çıkarmayın”. (Muhammed; 33)
“Allah ve Resulü bir işe hüküm verdiği zaman, mü’min bir erkekle
mü’min bir kadın için, kendi işlerinde muhayyerlik haklan yoktur, Allah ve
Rasûlüne âsi olan muhakkak açık bir sapıklık etmiştir”. (Ahzab; 36)
“Ey mü’minler, Allah ve Peygambere ve sizden olan emir
sahiplerine itaat edin. Eğer bir şey hakkında çekişirseniz onu Allah’a ve
Peygamber’e döndürün. Eğer Allah ve ahiret gününe iman ediyorsanız bu, sizin
için hayırlıdır”. (Nisa; 59)
Bu ayetler açıkça gösteriyor ki, Hz. Muhammed (a.s.) kendi
başına buyruk olmamıştır veya kendi kendine hâkim olmamıştır. Hz. Peygamber
(a.s.) gücüne veya kılıcına dayanarak iktidar koltuğuna oturmamıştır. Onu bu
mevkiye getirenler müslümanlar da değildir. O, Allah tarafından iktidara
getirilen bir hükümdar ve rehberdir. O’nun hükümdarlığı veya rehberliği
peygamberlik sıfatından ayrı değildir. Aksine, hükümdar olması peygamberliğinden
ileri geliyor. O’na itaat etmek, O’nun iktidarını tanımak, O’nun çıkardığı
kanunlara uymak, bizzat Allah’a ve onun emirlerine uymaktır. O’na biat
ediyorsak, Allah’a biat ediyoruz. O’na baş kaldırmak, Allah’a baş kaldırmak
demektir. Peygamber (a.s.)’in hâkimiyetine karşı çıkmak O’na isyan etmek, bütün
iyi işler ve amellerden vazgeçmek demektir. Bu bakımdan Allah ve Rasûlü hangi
konularda görüşlerini beyan etmiş emirlerini açıkça vermişlerse, aralarında
hükümdar, lider ve diğer yönetici kadro da olmak üzere, bütün müslümanlar,
bunlara aynen uymak zorundadırlar. Bu hususlar son ayette daha açık bir şekilde
dile getirilmiştir. Bu ayette itaatin üç derecesinden bahsedilmiştir:
1-İlk önce Allah’a itaat,
2-Daha sonra Peygamber (a.s.)’e itaat,
3-Bundan sonra da “emir sahipleri” yani hükümdar, idareci ve
devlet erbabına itaat.
Bu derecelendirme gösteriyor ki Peygamber (a.s.), “emir
sahipleri” veya devlet yöneticileri arasında yer almıyor. O’nun yeri ve mevkii
alelâde lider veya yöneticilerden ayrı ve yüksektir. Peygamber (a.s.),
Allah’tan sonra ikinci sırada yer almaktadır. Burada dikkat edilmesi gereken
ikinci nokta Allah ve Peygamber (a.s.)’e kayıtsız, şartsız itaattir. Bazı
konularda devlet yöneticileriyle ihtilaf olabilir, ama Allah ile Rasûlü için bu
imkânsızdır. Burada dikkat edilmesi gereken bir başka husus da bu gibi ihtilaf
ve anlaşmazlık hallerinde karar mercii Allah ve Peygamberidir. Gayet tabii ki,
karar mercii sadece Allah olsaydı. Peygamber (a.s.)’in adı ve sanı burada bu
kadar açık bir şekilde geçmezdi. Bu durumda Allah’a müracaatın Kur’ân-ı Kerim’e
müracaat anlamında olduğunu kabul edersek, Peygamber (a.s.)’e müracaatın da
O’nun yaşadığı devirde bizzat kendisine, ama vefâtından sonra geride bıraktığı
sünnetine başvurma mânâsında olduğunu kabul etmeliyiz.
Aslında, meselenin derinliğine inecek olursak, Asr-ı Saadet’te,
yani Hz. Muhammed (a.s.) sağ iken bile herhangi bir konuda başvurulan ikinci
kaynağın, Rasûlullah (a.s.)’in sünneti olduğunu görürüz. Bu noktayı şöyle izah
etmek mümkündür. Hz. Muhammed (a.s.)’in mübarek ömrünün sonlarına doğru
İslâmiyet Arabistan’ın dışına kadar yayılmış ve İslâm Devleti’nin sınırları
bütün Arap Yarımadasını içine almıştı. 110-120 bin mil kare gibi geniş bir
memlekette her şeyin bizzat Hz. Muhammed (a.s.) tarafından şahsen izah edilmesi
ve gösterilmesi mümkün değildi. İster istemez, o devirde de İslâm Devleti’nin
vâli, kadı, kaymakam ve diğer mahalli idarecileri çeşitli konularda karar
verirken önce Kur’an’a, sonra da kanunların ikinci kaynağı olan Rasûlullah’ın
sünnetine müracaat ederlerdi.
6.5.7. Asr-ı
Saadet’te Adlî Sistem
Hz. Muhammed (a.s.) hayatta iken kendisine intikâl eden idarî ve
adlî konularda bizzat kendisi karar verirdi. Fakat, daha önce görüldüğü gibi,
koskoca Arap Yarımadasında çeşitli bölgelerde çıkan bir ihtilaf veya herhangi
bir medenî sulh ve ceza davası Hz. Peygamber (a.s.)’e intikal etmezdi. O
sıralarda, memleketin her tarafında Hz. Peygamber (a.s.)’in tâyin ettiği
“muallim”ler vardı. Bu muallim veya öğretmenler halka din bilgisi verirler,
ayrıca günlük meseleler ile, ailevi ve içtimaî davalarda Allah’ın emri ve
Rasûlullah (a.s.)’ın sünnetine göre karar verirlerdi. Bunun dışında, her bölgede
Emir (vali), âmir (yüksek dereceli devlet idarecisi) ve kadılar da vardı ki,
kendi alanlarını ilgilendiren meselelerde Allah ve Peygamber (a.s.)’in emir ve
talimatına göre hareket eder, yetkilerini kullanırlardı. Bazen da, başka türlü
mümkün olmadığı için, içtihad ederlerdi. Yani kendi sağduyularını kullanarak
karar verirlerdi. Bu hususta getirilen kurallar ve kullanılan ölçüler, Hz. Muaz
bin Cebel (r.a.)’in rivâyet ettiği ünlü hadisinde yer almaktadır:
“Rasûlullah (a.s.), Muaz bin Cebel’i Yemen’e kadı olarak
gönderirken kendisine şu soruyu sordu: ‘Kararını nasıl vereceksin?’ Muaz cevap
verdi: ‘Allah’ın kitabında yer almış olan hidayete göre’. Dediler ki, ‘eğer
Kitabullah’ta bir şey bulamazsan?’ Dedi ki: ‘O zaman Rasûlullah’ın sünnetine
göre’. Buyurdular ki: ‘eğer bu şey Sünnet’te de yoksa?’ Arz etti; ‘kendi reyime
göre (doğru ve hak olanı bulmaya) elimden gelen gayreti göstereceğim’. O zaman
Rasûlullah buyurdular. ‘Allah’a şükürler olsun ki, Rasûlullah’ın gönderdiği bir
şahsa, Rasûlullah’ın benimsediği bir yol izleme fırsatı ve imkânı verdi.” (Tirmizî,
Ebvâb-ü Ahkâm, Sünen-i Ebû Davûd; Kitab’ul Aziye).
6.5.8. İslâm
Düzeninin Anayasal Temelleri ve Bunda Peygamber (a.s.)’in Yeri
“Ey mü’minler, Allah’a ve Peygamber’e ve sizden olan emir
sahiplerine itaat edin. Eğer bir şey hakkında çekişirseniz onu Allah’a ve
Peygamber’e döndürün. Eğer Allah’a ve âhiret gününe inan ediyorsanız bu, sizin
için hayırlıdır. Ve netice itibarıyla daha güzeldir” (Nisa; 59)
Yukarıdaki ayet, İslâm medeniyeti, dinî ve siyasî düzeninin
temeli ve İslâm devletinin Anayasasının ilk maddesidir. Bu ayette şu başlıca
kurallar kesin olarak ve vazgeçilmez şekilde benimsenmiştir:
1- İslâm düzeninde itaat edilmeye lâyık olan ilk varlık
Allah’tır. Bir müslüman her şeyden önce Allah’ın kuludur. Her şey bundan
sonradır. Müslümanların bireysel ve toplumsal düzenlerinin temeli Tek Allah’a
sadakat ve itaat üzerinde kurulmuştur. Diğer itaat ve sadakalar, ancak Allah’a
olan itaat ve sadakate ters düşmekle değil, tâbi olmakla geçerli olabilir. Bu
asıl ve temel itaat ve sadakate rakip olabilecek ya da karşı durabilecek her
türlü bağımlılık zinciri koparılıp atılacaktır. Bu hususu Hz. Muhammed (a.s.)
şu kelimelerle ifade etmiştir: “Bir yaratık, Yaradan’ına itaatsizlik pahasına
başkalarına itaat edemez.”
2- İslâmî nizamın ikinci esası Rasûlullah (a.s.)’a itaat ve
bağlılıktır. Aslında, bu kendi başına bir itaat değildir. Aksine, Allah’a
itaatin tatbiki ve pratik şeklidir. Hz. Peygamber (a.s.) bizim için itaat
edilmeye lâyık bir şahsiyettir; çünkü bize Allah’ın emir ve talimatını getiren
ve onları tatbik ederek gösteren tek merci odur. Allah’a itaat ve bağlılık, Hz.
Peygamber(a.s.)’in onayı olmadan beş para etmez ve Peygamber(a.s.)’e itaatsizlik
etmek resmen Allah’a isyan etmektir. Nitekim, şu hadisle aynı konuya temas
edilmiştir: “Bana itaat eden, Allah’a itaat etmiştir ve bana itaatsizlik eden,
Allah’a itaatsizlik etmiştir”. Kur’ân-ı Kerim’in emri de hemen hemen aynıdır ki,
bundan ilerde daha etraflıca bahsedeceğiz.
3- İslâm düzeninde, yukarıdaki iki itaate bağlı olarak,
müslümanlar için vacip olan üçüncü itaat vardır ki buna müslüman olan “emir
sahipleri” ya da devlet yöneticilerine itaat denilmiştir. Aslında “emir
sahipleri” geniş anlamlı bir deyimdir ve bütün hâkim ve liderleri kapsamaktadır.
Örneğin, müslümanların din, devlet ve toplum işleriyle uğraşan kişiler, devlet
büyükleri, siyasî ve ideolojik alandaki liderler, ulema, aydın, siyasetçi
düşünür, bürokrat, yüksek rütbeli yetkililer, yargıç, hukukçu, kabile reisi,
belediye başkanları ve mahalle muhtarları vs., kısacası, müslümanlara âmir
durumda olan herkes bunun içine girmektedir ve müslümanların itaatine lâyıktır.
Bu hâkim yönetici ve âmirlere karşı çıkmak ve kavga çıkarmak suretiyle Allah’ın
kullarını zahmete sokmak ve toplum hayatını altüst etmek doğru değildir. Fakat,
İslâm’da devlet büyüklerine ve yöneticilere itaat ve bağlılığın önemli bazı
şartları vardır. Bir kere, yöneticinin kendisinin müslüman olması şarttır.
İkincisi, o yönetici Allah ve Rasûlüne tâbi ve itaatkâr olmalıdır. Yöneticilere
bağlılığın bu şartları sadece bahsettiğimiz ayette değil, Hazreti Peygamber
(a.s.)’in muhtelif hadislerinde de gayet açık bir şekilde sıralanmıştır. Meselâ
şu hadislere bakınız:
“Bir müslümanın kendi âmirlerine (yöneticilerine) -ister onların
sözlerini beğensin, ister beğenmesin- uyması lâzımdır; ta ki, ona günah işleme
emri verilmesin. Günah işleme emri verildiği takdirde, o ne bir şey dinlemeli,
ne de kabul etmelidir.” (Sahih-i Buhari ve Müslim).
“Allah ve Rasûl’üne isyan edilecek bir şekilde itaat
edilmemelidir, itaat varsa “marûf’ da vardır” (Sahih-i Buhari ve Müslim).
“Rasûlullah buyurdular ki, size hükümet edecek olanların bazı
şeylerini ‘maruf’ bazılarını ‘münker’ bulacaksınız. Bunların ‘münker’lerinden
hoşnut olmadığını açıklayanlar kendilerini kurtulmuş olarak sayabilirler.
Bunları beğenmeyen de paçasını kurtarmıştır. Fakat bunlara rıza gösteren ve
itaat etmeye başlayan kişi zan altında kalacaktır. Sahabe sordu, ‘bu gibi
yöneticilerin devri gelince biz onlarla savaşacak mıyız?’ Hz. Peygamber cevap
verdi: ‘Hayır, onlar namaz kıldıkları sürece değil”.
Demek ki, yöneticilerin namaz kılıp kılmamaları, Allah ve
Rasûlü’nün emirlerinden çıkmalarının son belirtisi sayılacaktır. Yani namazı
terk eden yöneticilere karşı mücadele, doğru bir harekettir.
“Rasûlullah (a.s.) buyurdular, en kötü reisleriniz
(yöneticileriniz) sizin için kötü düşünen ve sizin de onlar için kötü
düşündüğünüz, sizi lânetleyen ve sizin de onları lanetlediğiniz yöneticilerdir.
Sahabe sordu:
‘Ya Rasûlullah, bu durum böyleyken biz onlara karşı ayaklanamaz
mıyız?’ Buyurdular, ‘aralarınızda namazı sürdürdükleri müddetçe değil”
(Müslim).
Bu hadis’te daha önce bahsettiğimiz şart, biraz daha açık
şekilde ortaya konmuştur. Yukarıdaki hadisten, kötü yöneticilerin kendi kişisel
hayatlarında namaz kılmaya devam ettikleri sürece kendilerine baş
kaldırılmaması gerektiği intibaı alınıyordu. Fakat bu son hadisi ele
aldığımızda bir yöneticinin şahsen namaz kılıp kılmaması değil, cemiyette ve
bütün müslümanlar arasında namaz nizamını kurup kurmamasının önemli olduğunu
görüyoruz. Yani yöneticilerin namaz kılmaları yeterli değildir. Onların kurduğu
düzende namazın nasıl bir yer tuttuğu önemlidir. Eğer bir müslüman devlette,
müslüman tebaanın namaz kılmaları mecburiyse ve bu hususta gereken bütün
tedbirler alınmışsa, o devletin her kademesindeki yöneticileri usulen
müslümandırlar. Bu da bir İslâm devletinin, “İslâmlık” hüviyetini koruyup
koruyamamasının en son ölçüsüdür. Bu alâmet ve işaret de yoksa demek ki söz
konusu devlet ve hükümet İslâm’dan ayrılmıştır. Ve bunu ortadan kaldırıp yerine
tam manasıyla bir İslâm yönetimi kurmak için müslümanların mücadele etmeleri
haklı sayılacaktır. Bu husus bir başka hadiste şöyle anlatılmıştır: “Nebi-yi
Kerim (as.) bizden diğer konuların yanı sıra şu konuda da söz aldı: ‘İşlerinde
bariz bir küfre şahit olmadığımız müddetçe reislerimiz ve yöneticilerimizle
kavga etmeyeceğiz. Kavga ettiğimiz takdirde de Allah’ın huzurunda onlara karşı
gösterebileceğimiz bir delil olmalıdır” (Sahih-i Buhâri ve Müslim).
4- Söz konusu ayette kat’î ve kesin kural olarak belirlenen bir
başka husus da, İslâm düzeninde, Allah’ın emri ve Peygamber’in sünnetinin
kanun-u esasî ve başvurulacak son merci oluşudur. Müslümanların arasında ya da
hükümet ile vatandaşlar arasında çıkan bir anlaşmazlığın giderilmesi için elde
olan usullere göre herhangi bir neticeye varılmazsa, kesin karar için Kur’ân-ı
Kerim ve Sünnet’e müracaat edilmelidir. Allah ve Rasûl (a.s.)’un mahkemesinden
çıkacak her karar hem hükümet hem diğer müslümanlar için bağlayıcı olacaktır.
Zâten tüm dini ve dünyevî konularda Kitabullah ile Rasûl (a.s.)’un Sünnetine en
büyük ve en son merci olarak başvurulmasından dolayıdır ki, İslâm düzeni, dinsiz
ve Allahsız bir düzenden ayırt edilebilmektedir. Bu temel felsefe ve
kurallardan yoksun olan bir düzen elbette ki İslâmî özellikler taşımamaktadır.
Bu noktada, bazı, kimseler itiraz edebilirler. “Canım böyle bir
şey olur mu? Hele modern çağda böyle bir şeye imkân var mıdır? Bugünkü günlük
hayatta her ufak tefek meselede Allah ve Rasûlüne müracaat edilebilir mi?
Belediye, posta, telefon, telgraf ve buna benzer pek çok şeylerin yönetmeliği,
kaide ve kuralları Kur’an-ı Kerim ve hadislerde bulunabilir mi?” Aslında, bu tür
basit sorular ve gülünç itirazlar, dinin kurallarını bilmemekten ileri geliyor.
Bir müslüman ile bir kafiri birbirinden ayıran nedir? Aralarındaki iman. Ama bu
iman nasıldır? Bir kâfir yüzde yüz özgür ve bağımsız olduğunu iddia ettiği için
kâfirdir. Ama bir müslümanın özgürlüğü ve bağımsızlığının bir sınırı vardır. O
Allah’ın kulu olmak sıfatıyla, Rabbi’nin çizdiği sınırların içinde özgür ve
bağımsızdır. Kâfir bütün işlerini kendi çıkardığı ve geliştirdiği kaide ve
kanun1ann içinde yapmaktadır ve insanüstü bir varlığa inanmamaktadır. Bunun
aksine, bir müslüman her konuda ilk önce Allah ve Peygamberine müracaat etmekte,
onlardan hidayetini almaktadır. Bu iki merciden herhangi bir şey bulamadığı
zaman âmir ve hâkimlerine müracaat etmektedir. İslâm fıkhının belirlediği emir
ve itaat zincirinin en sonunda kendi düşüncesine ve görüşüne göre hareket
etmektedir. Bir müslüman, ancak şeriatın açıklayıcısı ve öğreticisi Hz. Muhammed
(a.s.)’in herhangi bir hükmü ve işareti bulunmadığı takdirde hareket
serbestisine sahiptir.
6.6. HZ. PEYGAMBER’E KUR’AN’IN
DIŞINDA İNEN VAHİYLER
“Onu acele (kavrayıp ezber) etmen için dilini onunla tahrik etme
(depreştirme). Onun toplanması ve onu okutması bize aittir. Sana vahiy ile
kıraat eylediğimizde sen de oku. Sonra onun beyan ve izahı da bize aittir”
(Kıyamet; 16-19)
Bu önemli bir ayettir. Bu ayette öyle bazı usûl ve prensipler
anlatılmıştır ki, bunları iyice kavrayan bir kişi başkalarının yaydıkları yalan
yanlış şeylere inanmaktan kurtulur.
Birincisi, Hazreti Muhammed (a.s.)’e, Kur’ân-ı Kerim’de yer alan
Allah’ın kelâmının dışında da vahiylerin geldiği bu ayetle sabittir. Kur’ân-ı
Kerim’de yer almayan bazı emir ve bilgiler de Allah tarafından Hz. Peygamber
(a.s.)’e aktarıldı. Kur’ân’da yer alan emir, talimat, işaret, kelimeler ve özel
deyimler ile ilgili açıklamalar da Allah’ın kitabında yer almış olsaydı, o
zaman “onun beyanı ve izahı da bize aittir” demenin hiçbir anlamı kalmazdı.
Zâten Kur’ân’da olan bir şeyin izahına ihtiyaç yoktur. O halde teslim etmeliyiz
ki, Kur’ân-ı Kerim’in anlatımı, açıklaması ve yorumlanmasıyla ilgili Allah
tarafından Hazreti Peygamber’e gelen ilham ve vahiyler Kur’ân-ı Kerim’de yer
almamıştır. Kur’ân-ı Kerim’in dışında yapılan bu açıklamalar, Hz. Muhammed
(a.s.)’e “hafî” (gizli) vahyin gelişinin bir delilidir.
İkincisi, Allah tarafından Hazreti Peygamber (a.s.)’e iletilen
ve ulaştırılan Kur’ân-Kerim’in mefhumu, hikmetleri ve açıklamalarının maksadı,
Rasûlullah (a.s.)’ın insanlara Kur’ân-ı Kerim’i söz ve fiilleriyle daha açık bir
şekilde anlatmasını kolaylaştırmaktı. Maksat bu olmasaydı, Kur’ân-ı Kerim’in
mefhum ve açıklamalarının sadece Peygamber (a.s.)’in istifadesi için
gönderilmesi anlamsız olurdu. Bu açıklama ve bilgiler yalnızca Hz. Peygamber
(a.s.)’in şahsiyetine ait olsaydı. Allah’ın bu gayreti hâşâ beyhude olurdu.
Çünkü bunlar Hz. Muhammed (a.s.)’in kendi peygamberlik vazifesini yerine
getirmesinde hiç de yardımcı olamazdı. Onun için, sadece akılsız ve düşüncesiz
bir insan Allah’ın ek açıklayıcı bilgilerinin hiçbir amacı ve pratik önemi
olmadığını ileri sürebilir. Nitekim, Allahu Teâlâ Nahl suresinin 44. ayetinde
şöyle buyurmuştur: “Onları Mu’cize ve kitaplarla gönderdik. Sana da (habibim)
insanlara kendileri için indirilen her şeyi açıklayasın diye Kur’ân’ı indirdik”.
Ayrıca, Cenab-ı Allah, Kur’ân-ı Kerim’de “dört ayrı yerde, Rasûlullah (a.s.)’ın
işinin insanlara, sadece Kur’ân-ı Kerim’in ayetlerini duyurmak değil, bunun
talim ve terbiyesini vermek olduğunu belirtmiştir. (Bakara; 29 ve 151. ayetler,
Al-i İmran; 164. ayet ve Cum’a; 2. ayet). Bundan sonra aklı başında olan bir
kişi, Kur’ân-ı Kerim’in en güvenilir ve doğru açıklamasının Hz. Muhammed
(a.s.)’in söz ve fiilleriyle yapıldığına inanmaktan kaçınabilir mi? Bu doğru,
güvenilir ve resmi açıklama ile yorumu bir yana bırakıp, kendi keyfine göre
Kur’ân-ı Kerim’i tefsir etmeye çalışan bir kişi büyük bir günah işlemiş olur.
Üçüncüsü, Kur’ân-ı Kerim’i şöyle gözden geçirmiş olan bir kişi
bile, bu ilâhi kitapta geçen pek çok söz ve deyimi sadece Arapçayı bilen bir
kişinin tam anlamıyla anlayamayacağının derhal farkına varabilir. Örneğin, “salât”
kelimesini ele alalım. Kur’ân-ı Kerim’de imandan sonra üzerinde en çok durulan
bir şey varsa o da “salât”tır. Fakat sadece Arapçaya vakıf olan, ya da Arapçanın
sözlüğüne bakarak bu kelimenin anlamını çıkarmaya çalışan bir kişi gerçek
anlamını aslâ bulamayacaktır. Kur’ân-ı Kerim’de bu kelimenin sık sık
kullanıldığını görünce diyecektir ki, Arapça’nın bu kelimesi muhakkak bir terim
veya ıstılah olarak kullanılmıştır. “Salât’ın gerçek mefhumuna vakıf olmayan bu
şahıs en nihayet diyecektir ki, bundan iman sahiplerinin mutlaka yapmaları
gereken bir fiil kastedilmiştir. Ama o fiilin gerçek anlam ve mahiyetini
bilemeyecektir. “Salât”tan ne kasdedildiğini, sadece Arapça bilen bir kişinin
anlaması mümkün değildir. Şimdi sorarım size, Cenab-ı Allah, Kur’ân-ı Kerim’de
kullanılan bu ve buna benzer pek çok söz ve deyimleri açıklamak ve fiilen
göstermek üzere kullarına bir peygamber göndermeseydi, dünyada Kur’ân-ı Kerim’i
okuyanlardan iki kişi bile “salat”ın, namaz manasına geldiği ve bunun belli bir
ibadet şekli olduğu üzerinde anlaşabilirler miydi? Halbuki, yaklaşık 1400 yıldan
beri müslümanlar nesilden nesile aynı şekilde namazı eda ede-geliyorlar ve
yanlış şeyin yakıştırılmaması için azami gayret sarf ediyorlar. Yanlış şeylerin
Hazreti Peygamber (a.s.)’e yakıştırılma ihtimalleri gittikçe artınca da ümmetin
iyiliğini düşünen bir takım fedakâr ve cefakâr fertler, ak ile karayı, doğru ile
yanlışı birbirinden ayırmak için görülmemiş çaba harcadılar. Aslında hadislerin
hazırlanması konusunda müslüman âlim ve fakihlerin gösterdiği olağanüstü
titizlik ve meydana getirdikleri muazzam ilmin bir başka örneğini görmek mümkün
değildir ve müslümanlar bununla ne kadar iftihar etseler azdır. Bu ilmi
bilmeyip batılı oryantalistler tarafından aldatılmaları yüzünden hadis ve
sünnet’i güvenilir saymayan bu zavallı İnsanlar aslında çok talihsizdirler.
Maalesef, kendi cehaletleri sebebiyle İslâmiyet’e ne büyük zarar verdiklerinin
farkında bile değillerdir.
Kur’ân-ı Kerim’in dışında, Hz. Peygamber’e başka vahiyler ve
başka ilâhî emirlerin geldiğini bizzat Kur’ân-ı Kerim açıklamıştır. Hz.
Peygamber (a.s.) hem Kur’ân-ı Kerim’e hem diğer vahiylerde yer alan emirlere
uymaya mecburdu:
“Senin üzerinde bulunduğun Kıbleyi, Peygamber’e tabi olan ile,
arkasını döneni bilelim diye yaptık” (Bakara; 143)
Yukarıdaki ayet, her çeşit te’vile son veren ve Hz. Peygamber
(a.s.)’e Kur’ân’dan başka vahiylerin gelmediği düşüncesini tamamıyla silen
apaçık bir ayettir. Mescid-i Harâm (Kâbe) “kıble” ilân edilmeden önce,
müslümanların kıblesi olan yerin (Mescid-i Aksa) kıble ilân edilmesine dair
herhangi bir emir Kur’ân-ı Kerim’de yer almıyor. Ama ilk kıblenin Hz. Muhammed
(a.s.) tarafından belirlendiğini ve müslümanların yaklaşık 14 yıl buna dönerek
namaz kıldıklarını kimse inkâr edemez. 14 yıl sonra ise, Cenab-ı Allah, Bakara
sûresinin yukarıdaki ayetiyle Hz. Muhammed (a.s.)’in bu kıble seçimini onayladı
ve bu kıbleyi kendisinin seçtiğini ilân etti. Nitekim, Cenab-ı Hak ayette diyor
ki, “bu kıbleyi, Hz. Peygamber vasıtasıyla ben seçtim. Bununla gayem,
Peygamber’e kimin itaat ettiğini, kimin etmediğini görmekti”. Bu ayet bir
yandan, Hz. Peygamber Efendimiz (a.s.)’e Kur’ân-ı Kerim’in dışında başka
vahiylerin geldiğini, bir yandan da müslümanların, Kur’ân-ı Kerim’de yer almayan
bazı konularda Hz. Peygamber (a.s.)’e itaat etmeye mecbur olduklarını beyan
ediyor. Hatta Allah katında Rasûlullah (a.s.)’a imanın, onun vasıtasıyla gelen
emir ve talimata uyulma derecesine göre değerlendirildiği de bir gerçektir.
Şimdi bizim sormak istediğimiz soru şudur: Madem ki Hz.
Peygamber (a.s.)’e Kur’ân-ı Kerim’in dışında herhangi bir vahiy gelmiyor, o
zaman “kıble” ile ilgili ilâhi emir kendisine nasıl geldi? Bu, Hazreti Peygamber
(a.s.)’e, Kur’ân-ı Kerim’de yer almayan bazı emirlerin de geldiğinin açık bir
delili değil midir?
6.6.2. Mekke’nin
Fethiyle İlgili Müjde
Hz. Peygamber (a.s.) Medine’de rüyada, Mekke’ye girdiğini ve
Beytullah (Kâbe)’ı tavaf ettiğini görür. Hz. Peygamber (a.s.) bu rüyasını
sahabeye açıklar ve 1400 kişiyle umre yapmak üzere yola koyulur. Mekke
kâfirleri, Hz. Peygamber ile beraberindekileri Hudeybiye adlı yerde
durdururlar. Nihayet Hudeybiye Anlaşması imzalanır. Bundan bazı sahabe hayli
rahatsız olurlar. Aralarında bu durumdan yakınanlar da vardır. Bunların
temsilciliğini Hz. Ömer (r.a.) üstlenir ve Hz. Peygamber (a.s.)’e sorar: “Ya
Rasûlallah, siz bize dememiş miydiniz, biz Mekke’ye gireceğiz ve tavaf edeceğiz?
Rasûlullah buyurdular: “Ben bu yolculuk sırasında mı bunun böyle olacağını
söylemiştim?” Daha sonra Kur’ân-ı Kerim’de Cenab-ı Allah şunları söyler:
“Andolsun ki Allah, Peygamberine hak olarak gösterdiği rü’yayı
tasdik etti. İnşallah (hepiniz) emin ve korkusuz başınızı tıraş etmiş,
kısaltmış olarak Mescid-i Haram’a gireceksiniz. Fakat Allah, sizin
bilemediğiniz şeyleri bildi de, Mekke fethinden önce size yakın bir fethi
mukadder kıldı.” (Fetih; 27)
Yukarıdaki ayetten anlaşılıyor ki, rüya yoluyla Hazreti
Peygamber (a.s.)’e Mekke’ye giriş şekli, arkadaşlarıyla birlikte oraya gidişi
kâfirlerin onlara mani olacağı, sonra anlaşma yapılacağı, bundan sonra iki sene
müddetle müslümanlara umre yapmak imkânı sağlanacağı ve nihayet Mekke fethinin
yolunun açılacağı tek tek anlatılmıştı. Bu da, Kur’ân-ı Kerim’in dışında başka
vahiy ve ilhamların Hz. Peygamber’e gelmelerinin bir delili değil midir?
Hazreti Muhammed (a.s.), zevcelerinden birine gizli bir şey
anlatır. Ama bu zevcesi bu gizli şeyi başkalarına anlatır. Hz. Peygamber (a.s.)
bunun üzerine kendisine serzenişte bulunur ve gizli bir şeyi niçin başkalarına
anlattığını sorar. Zevcesi de hayret içinde kendisine sorar, “Ya Rasûlallah
benim bu hareketimi nereden öğrendiniz?” Hz. Peygamber (a.s.) de der ki, “Bu
bilgiyi bana her şeyi bilen ve her şeyden haberdâr olan Allah vermiştir”:
“Peygamber zevcelerinden birine bir sözü sır olarak söylediğinde
o zevce de diğerine bunu haber verdi. Ve Allah da bunu Peygamber’e bildirdi.
Peygamber onun bir kısmını bildirmeyip bir kısmını haber verdiğinde zevcesi,
‘Bunu sana kim haber verdi’ dedi. Peygamber de: Her şeyi bilen ve her şeyden
haberdâr olan (Allah) bana bildirdi’ dedi” (Tahrim; 3)
Kur’ân-ı Kerim’de yukarıdaki ayetin dışında, Hz. Peygamber
(a.s.)’in zevcesinin, sır olarak söylenen sözü başkasına aktardığına dair Cenab-ı
Allah’ın kendisine verdiği bilgiyi ihtiva eden bir başka ayet var mıdır? Eğer
yoksa, Cenab-ı Allah (c.c.)’ın, Hz. Peygamber (a.s.)’e Kur’ân’ın dışında da
bazı mesaj ve haberler yolladığı doğru değil midir?
6.6.4. Hz.
Zeyneb’i Nikahlaması
Hazreti Peygamber (a.s.)’in evlâtlığı, Zeyd bin Harise (r.a.),
karısını boşar, daha sonra Hazreti Peygamber bu kadın (Hz. Zeyneb) ile evlenir.
Bunun üzerine münâfıklar ve muhalifler, Hz. Muhammed (a.s.)’e karşı büyük bir
iftira kampanyasını başlatırlar. Hz. Peygamber (a.s.)’i soru ve itirazlara
boğarlar. Cenab-ı Allah bu soruların cevabını Ahzâb sûresinin bütün bir
rükûsunda vermiştir. Bu ayetlerde, Allahu Teâlâ, Hz. Muhammed (a.s.)’in, Hz.
Zeyneb (r.a.) ile kendi keyfine göre değil, ilâhi emir üzerine nikâh yaptığını
açıklar:
“Zeyd o kadından alâkasını kesince biz onu sana zevce yaptık ki,
mü’minlere evlâtlıklarının kendilerinden alakalarını kestikleri (boşadıkları)
zevcelerini almakta bir müşkülat olmasın”.(Ahzâb; 37)
Bu ayet geçmişte meydana gelen bir vak’ayı anlatıyor. Peki, bu
vak’adan önceki Allah’ın emri, yani Hz. Muhammed (a.s.)’in, Zeyd’in boşadığı
karısıyla evlenme hükmü Kur’ân-ı Kerim’de herhangi bir yerde geçiyor mu?
Rasûlullah (a.s.), Beni Nadir’in sık sık anlaşmaları bozma
alışkanlığından bıkıp onların Medine yakınlarında bulunan mahallelerine karşı
askeri bir harekâta girişir. Kuşatma devam ederken müslüman askerler çevredeki
bazı bahçelerde bulunan ağaçları keserler. Amaç, hücumu kolaylaştırmaktır. Ama
bu hareket bozguncuların hoşuna gitmez ve hemen yaygarayı basarlar, yok dikili
ağaçları kesmek günahtır, yok meyveli ağaçları talan etmekle müslümanlar
yeryüzünde fesad ve huzursuzluğa yol açmışlardır vs. gibi itirazlarda
bulunurlar. Buna cevap olarak Allah (cc.) der ki:
“Kestiğiniz her hurma ağacı veyahut kökleri üstünde dikili
bıraktığınız her ağaç Allah’ın izni iledir”. (Haşr; 5)
6.6.6 Bedir
Savaşından Önceki Bir Vaad
Bedir savaşının sona ermesiyle ganimet mallarının dağıtım
meselesi ortaya çıkınca Enfâl suresi iner ve bu sûrede Bedir savaşının tümü
Allah tarafından değerlendirilir. Cenabı Allah, değerlendirmesine, Hz. Muhammed
(a.s.)’in savaşmak üzere Medine’nin dışına çıktığı ânı hatırlatarak başlar ve
müslümanlara şöyle hitap eder:
“Allah iki taifeden birinin sizin olacağını va’d eylediği vakit
siz, kuvvetsiz ve silahsız olan taifenin sizin olmasını arzu ediyordunuz.
Halbuki, Allah, emirleri ile hakkın açığa çıkmasını ve kâfirlerin köklerini
kesmeyi murad eder”. (Enfal; 7)
Bu sûrenin dışında, Kuran-ı Kerim’de herhangi bir yerde, Cenabı
Allah’ın yukarıdaki vaadine rastlayabiliyor musunuz? Yani, Allah’ın Hz.
Peygamber (a.s.)’e ya da müslümanlara hitaben, “bakın biz sizi iki taife
(ticaret kafilesi ile Kureyş Ordusu)’den birine galip getireceğiz” dediğini
belirten başka ayet var mıdır?
6.6.7.
Müslümanların Yalvarışına Cevap
Aynı Bedir savaşıyla ilgili Allah’ın değerlendirmesi devam
ediyor ve ilerde bir yerde şöyle deniyor:
“Hani, siz Rabbinizden imdat istediğinizde, ‘size peyderpey bir
melekle yardım edeceğim’ diye icabet buyurdu” (Enfâl; 9)
Müslümanların feryadına Allah tarafından verilen cevabın, Kur’ân-ı
Kerim’in herhangi bir yerinde bulunduğunu söyleyebilen çıkar mı?
Bu tarz kuşkusu olanlara, ben bir değil, iki değil tam 7 ayrı
misal verdim. Kur’ân-ı Kerim’e istinaden verdiğimiz bu misaller, Hazreti
Peygamber (a.s.)’e Kur’ân-ı Kerim’den başka da vahiylerin geldiğini
ispatlamaktadır. Konumuzu daha ileriye götürmeden önce Hakka boyun eğmeye hazır
olup olmadığınızı bilmek isterim.
“Ey mü’minler, Cuma günü namaza çağırıldığınız zaman hemen
Allah’ın zikrine gidin. Alış verişi terk edin”(Cum’a; 9)
Yukarıdaki ayette üç nokta dikkate değerdir: 1) Namaz için genel
bir duyuru ve çağrı yapılması. 2) Bu çağrının cuma günü kılman namaz ile ilgili
olması. 3) Bu iki şey için, “önce namaz için çağrı yapın ve cuma günü özel bir
namaz edâ edin” gibi bir ifadenin kullanılması. Burada kullanılan ifade
gösteriyor ki, İnsanlar namaz kılmakta, özellikle cuma namazına gitmekte
tembellik yaparlardı, oyalanırlardı ve alış verişlerine devam ederlerdi. Bu
sebeple, Cenab-ı Allah bu ayeti indirmeyi uygun gördü. Allah bu ayetle,
insanların namaz çağrısını dinlemelerini, bu özel namazın önemini ve farz
olduğunu bilerek camilere koşmalarını istemiştir. Bu üç noktaya dikkat
ettiğimizde de Allah’ın Hz. Peygamber (a.s.)’e Kurân’dan başka da emirler
verdiği ve bu emirlerin Kur’ân-ı Kerim’de yer alan emir ve talimat kadar itaate
lâyık olduğu ortaya çıkar.
Yukarıda namaz için çağrı olarak tanımlanan şey “ezân”dan başka
bir şey değildir. Ezan bugün bütün dünyada ve hususiyetle, müslüman ülkelerde
müminleri beş vakit namaza çağırmak için müezzinlerin minarelerden okudukları
Allah’ın kelâmıdır. Fakat çok gariptir ki, Kur’ân-ı Kerim’de hiçbir yerde ne
ezân’ın sözleri yer almıştır ne de mü’minlerin bu şekilde namaza çağrılması
gerektiği belirtilmiştir. Bu geleneği bize Hazreti Muhammed (a.s.) aktarmıştır.
Kur’ân-ı Kerim’de bu gelenek iki yerde tasvip edilmiştir. Biri yukarıdaki
ayette, biri de Maide suresinin 58. ayetinde.
Aynı şekilde, bugün bütün dünyada müslümanların çok iyi bildiği
cuma namazının ne edâsı ne zamanı ne de mahiyeti hakkında Kur’ân-ı Kerim’de
hiçbir yerde bilgi verilmemiştir. Bu (cuma namazı) Hazreti Peygamber (a.s.)’in
öğrettiği bir şeydir. Yukarıdaki ayet de yalnızca bu namazın farz olmasını
belirtmek üzere indirilmiştir.
Bu kesin delilden sonra eğer bir kişi yine de şer’i emir ve
kanunların yegâne kaynağının Kur’ân-ı Kerim olduğunu söyler ve hadis ile
sünnet’in nazar-ı itibara alınmaması gerektiğini ileri sürerse, ben onun Kur’ân-ı
Kerim’in de inkarcısı olduğunu söylerim.
“Gördün mü şu kimseyi ki menetti. Namaz kıldığı zaman bir kulu”
(Alak; 9-10)
Yukarıdaki
ayetle bahsedilen “kul”, Hazreti Muhammed (a.s.)’den başka kimse değildir.
Kur’ân-ı Kerim’de Hz. Muhammed (a.s.)’den, bu şekilde çeşitli yerlerde
bahsedilmiştir. Meselâ (İsra) sûresinde 1. ayette şöyle denmiştir: “Kulunu bir
gece Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksa’ya götüren (Allah) münezzehtir”. Kehf
sûresinin birinci ayetinde şöyle buyurulmuştur: “Hamd o Allah’a mahsustur ki,
kuluna Kitab’ı (Kur’ân) indirdi”. Cin sûresinin 19. ayeti de şöyledir: “Allah’ın
kulu, O’na ibadet için kalktığı zaman nerdeyse cinler etrafında üst üste
yığılıyorlardı.” Bunlardan anlaşılacağı gibi bu, Allah’ın sevgili peygamberine
mahsus bir hitabet şeklidir ve kendine sevgisini belirten bir konuşma tarzıdır.
Yukarıdaki ayetten, Allah’ın Hz. Peygamber (a.s.)’i, peygamberliğe getirdikten
sonra namaz kılmasını da öğrettiği anlaşılıyor. Ancak namazın nasıl kılınması
gerektiğine dair Kur’ân-ı Kerim’de herhangi bir kayıt yoktur. Bu da Hz.
Peygamber (a.s.)’e Kur’ân-ı Kerim’in dışında da başka emir ve talimatın
verildiğinin başka bir delilidir.
[1] “Gaip”,
insanların gözleriyle göremediği, duyularıyla duyamadığı duyular üstü
dünyaya denilir. Gaip hakkındaki bilgi sahibi olunmadan insan hayatının
sırları öğrenilemez. İnsanın hakikati nedir? Özü ve kaynağı nedir? Kendisi
bağımsız mıdır, yoksa bağımlı bir yaratık mıdır? Bağımlıysa kime ve neye
bağımlıdır? Bir insanın, Yaradan’ıyla ne gibi bir ilişkisi vardır? Evren
nedir, ruh nedir? ölümden sonraki hayal nedir? Bu ve buna benzer sorulara,
gaipten haber olmadan tatmin edici cevap verilemez. Allah işte bu gaip
ilmini peygamberlere verir.